Rivayete göre Simenon, o kadar hızlı yazarmış ki bir gün kahvaltıdan sonra karısına “Yahu benim canım çok sıkılıyor, ne yapsam ki bugün?” dediğinde karısı ona “E otur bari bir kitap yaz,” demiş. O da bezgin bir sesle, “Ee, öğleden sonra ne yapacağım o zaman?” cevabını vermiş. Bu hızı özel hayatına da yansımış, hayatı boyunca yaklaşık on bin, (sayıyla 10.000! yuh!) kadınla beraber olduğu söylenir. Kaba bir hesapla hayatı; seks, yazma, yemek, uyku, seks, yazma… şeklinde devam etmiş. Ama kabul edelim; seksapelite deyince polisiyeciler 1-0 öndedir, yadsınamaz bir gerçektir bu efendim.
Sayın Erol Üyepazarcı, “Eğer edebiyata meraklı olduğunu söyleyip Simenon okumamış biri varsa muhakkak ki edebiyatçılarımızın kurbanı olmuştur. Simenon halis bir edebiyatçı değil, en halisinden 20. yüzyılın en baba yazarlarından biridir,” der.
Simenon, gösterişli cümleler kurma, insanın başını döndüren kurgular yaratma derdinde olmaz hiçbir zaman. Dışarıdan muntazam akıyormuş gibi görünen hayatların ve her şeyin yerli yerinde olduğu yanılsamasının, ufak bir sarsıntıyla yerle bir olabileceğini, trajedilerin illa büyük kentlerin sokaklarında, salonlarında, büyük insanların yaşantılarında değil, küçük kasabaların mütevazı kahvelerinde, bilardo salonlarında, geniş salonlu kır evlerinde, tarifeli vapur seferlerinde, sineklerin bile sıkıldığı liman işletmelerinde de yaşanabileceğini söyler. Bu yüzden nefesimizi kesecek kadar güzeldir yazdıkları. En başarılı kitapları kanımca “Katil”, “Kedi”, “Kanaldaki Ev” olsa da genellikle “Komiser Maigret” ile bilinir. Okurken bende yarattığı en güçlü his paranoya olmuştur her zaman. Romanlarının anlattığı hikâyeden çok, ruh halinizi, okumaya ara verdiğiniz durumlarda bile belirlemesiyle, üstünüzde çok fazla ağırlık yaratacak bir yazardır. “Katil” adlı romanında, kahramanın içine düştüğü paranoyanın gerçekliği var mı yoksa her şey hayal ürünü mü, çözemezsiniz. Fritz Lang’in “Woman in the Window” filmi ve “Katil” romanı arasındaki benzerlik de resmiyete dayanmasa da dikkat çekicidir.

Kendisi bir nevi rekortmendir. Balzac’ı bile korkudan deliğine kaçıracak kadar çok kitap yazmış, “ayda bir kitap çıkaran makine” olarak efsaneleşmiştir. Yalan değilse eğer, 400’e yakın kitabı var diye biliyorum. Genellikle 200 sayfayı aşmayan bu kitaplarda tümevarım yapmak gerekirse, Simenon hiç boşa sıkmıyor diyebilirim.
İnsana Zeki Demirkubuz filmlerini hatırlatan “sokaktaki insan” portrelerinden oluşan, çoğunlukla bir suç olayı çevresinde ama polisiye kalıbından uzak, kimi zaman da karakterler arası psikolojik savaş betimlemeleriyle dolu bu kitaplar müthiş bir insan sarraflığı eseri. Kimi zaman Patricia Highsmith’i hatırlatıyor ki, Patricia Highsmith’in Simenon’u “çağımızın en büyük yazarı” olarak sıfatlandırdığını kendi gözlerimle okudum.
Buna karşılık bu “basit insan” portrelerinde temel bir meseleye rastlamak imkânsız. Yani birçok eleştirmeni şaşkınlığa çevirecek bir biçimde, Simenon’un kendini tekrar ettiği herhangi bir tema görülmüyor hiç. Simenon okumanın en güzel yani ise, yazarın iki üç cümleyle, sanki dünyanın en kolay işiymişçesine anlattığı sahneye uygun bir atmosfer yaratabilmesi. Öyle ki okurken hikâyenin kokularını, renklerini, seslerini çok basit cümleler aracılığıyla bir bir duyumsuyorsunuz,.
Simenon’un 400 kitaplık dev eseri içinde tanıttığı bin bir ayrı karakteri, aralarında fırıncısından gece kulübü sahibine, saatçisinden askerine, polisine, striptizci ve fahişesine, bin bir renkte. Geçmişte onca karakterinin hiçbirinin bir Simenon macerasından “kötü adam” namıyla çıkmaması, yazarın onları sanki bir Tanrı objektifliğiyle yargılamaktan kaçınmasına bağlanabilir. Simenon kitaplarında kolay çözümler yok! Hatta ne çözümü; sorunlarını çözemeyen insanları anlatıyor ve anlıyor da onları Simenon.
Eserlerinden birçok film çekilmiştir. Marcel Carne’nin çektiği, Jean Gabin’in oynadığı, “La Marie Du Port”, Bertrand Tavernier’nin çektiği Philip Noiret’nin oynadığı San Paul’ün Saatçisi (orijinal ismini yazmaya üşendim) benim izlediklerim. Belki arada izlemişimdir de farkına varmamışımdır, öyle birkaç film de vardır.
Bir de bunun dışında, Simenon’un la Dolce Vita’ya Altın Palmiye veren jürinin başkanı olduğunu, Fellini’nin de iflah olmaz bir Simenon okuyucusu olduğunu, ikilinin birbirlerine yazdıkları mektuplardan bir kitap yayınlandığını belirtelim. Türkçesi var mı bilemiyorum.
En büyük suç savaşçılarından biri olan Maigret’nin 6. macerası “Sarı Köpek”
Sahil kasabası Concarneau’da fırtınalı bir akşamda, yerel bir şarap tüccarı olan Mösyö Mostaguen, Admiral Hotel’den ayrıldıktan sonra vurulur. Müfettiş Maigret suçu çözmek için çağrıldığında, kasaba halkını, basında çıkan makalelerin kışkırttığı bir panik halinde görür. Müfettiş Maigret ve yardımcısı Leroy araştırmaya başlarlar. Mostaguen’in çok zaman geçirdiği arkadaş grubunu tanırlar; Dr. Michoux, gazete editörü Jean Servières ve Mösyö le Pommerat. Maigret ile buluştukları gece, grup neredeyse sipariş ettikleri bir şişe şarapla zehirlenmek üzeredir çünkü birisi grubun sipariş ettiği bir şişe şarabı kurcalamıştır.
Kısa süre sonra birinin kasabanın en önde gelen vatandaşlarını hedef aldığına dair söylentiler yayılır ve bir histeri oluşur. Ardından, suçlunun bölgede görülen büyük, iri yarı bir yabancı olan Léon LeGlérec olduğuna dair bazı ipuçları ortaya çıkmaya başlar. Belediye başkanı, özellikle de her yerden gazeteciler Concarneau’daki garip olaylardan haberdar olduklarında, kasabasının kötü bir üne kavuşacağından endişe eder. Peşinden bir ölüm daha… Şimdi, Maigret ve Leroy sadece bir katille değil, aynı zamanda belediye başkanının ve diğer kasaba ileri gelenlerinin, davayı çözmesi için sürekli baskısına karşı çıkmak zorundalar. Maigret her şeyin üzerini örten muammayı çözebilecek mi? Otel garsonu Emma’nın saklamak zorunda olduğu sırları öğrenecek mi? Peki, her trajedi yaşanmak üzere olduğunda ortaya çıkan “Sarı Köpek” de neyin nesi?

Simenon ilginç karakterleriyle tanınır. Bunu bu romanda da görüyoruz. Mostaguen, Michoux, Servières ve le Pommerat’ın, hepsinin, roman ilerledikçe yavaşça ortaya çıkan katmanları ve derinlikleri vardır. İlginç olan nokta, bunları çoğunlukla birbirleri hakkında söyledikleri aracılığıyla öğrenmemiz. Maigret grupla zaman geçirirken, yavaş yavaş üyelerin her birini tanımaya başlar. Emma’nın da ilginç bir geçmişi ve birden fazla sırrı olduğu ortaya çıkar. Hayatın çok nazik davranmadığı sevimli bir karakter, güçlü, sadık bir insan. Bu gizem hakkındaki gerçeği öğrendiğimizde, Emma’ya biraz şefkat duymamak zor. Ve sonra gizemli Léon LeGlérec var, yakın zamanda Concarneau’ya gelen ve bir şekilde bu gizeme karışmış gibi görünen tuhaf bir balıkçı. Kasabadaki insanların çoğu, tüm sorunların nedeninin o olduğunu varsayıyor ve bu, Maigret meselenin gerçeğini anlamaya çalışırken işinin zorlaşmasına katkıda bulunuyor. Bu karakterlerin hepsi üç boyutlu ancak hepsi, bir şeyleri sakladıkları için, ilk başta tüm bu boyutları göremiyoruz. Bu insanların gerçekte nasıl olduklarını keşfetmek, okuyucuyu meşgul ediyor.
Tabii bir de Maigret var. Keskin zekâlı, gözlemci, sağlam karakterli… Elbette suçlunun yakalanmasını istiyor. Aynı zamanda şefkatli ama kimseyi yargılamıyor da. Mükemmel biri olduğu da söylenemez. Örneğin, belediye başkanını rahatsız edici ve sinir bozucu buluyor ve adamla vakit geçirmek zorunda kaldığında elinden gelenin en iyisini yapmıyor. Maigret sevimli bir karakter; sahip olduğu hayranları neden kazandığını anlamak zor değil.
Simenon bu romanda daha büyük bazı konulara değiniyor, ancak vaaz vermiyor. Örneğin, kasaba sakinleri gittikçe daha fazla korktuğu için kasabada bir mafya zihniyeti var. Bu histeri neredeyse trajediye yol açıyor, ancak bunu daha büyük bir seviyeden ziyade kişisel bir seviyede görüyoruz. Bir bakıma, gerilime katkıda bulunuyor. Simenon ayrıca Emma karakterinde kadınların rolüne de değiniyor. Hayatının koşulları kolay olmamış ve roman ilerledikçe, bir istisna dışında, gerçekten kendi hırsları ve iradesi olan bir insan olarak görülmediği çok açık. Genel olarak hayatın ona verdikleriyle yaşamayı öğrenmiş, ancak seçimlerinin, cinsiyeti tarafından çok sınırlı olduğunu görebiliyoruz. Aslında Maigret, onu gerçekten fark eden ve davaya katkıda bulunacak değerli bir şeye sahip olabileceğini tahmin eden tek kişidir.
Son olarak, romanda Fransız sahil köyü ortamı var. Simenon Fransa’daki yaşamın canlı tasvirleriyle tanınır (kendisi Belçikalı olmasına rağmen) ve bu roman da bir istisna değil. Romanın odaklandığı nokta, bir Fransız köyünün ve orada yaşayan insanların portresidir. “Sarı Köpek” zorlayıcı bir gizemden daha fazlasıdır. Aynı zamanda taşra burjuvazisine yönelik keskin eleştiriler sunar ve toplumda yaygın olan adaletsizliği tasvir eder.
SARI KÖPEK
GEORGES SİMENON
METİS YAYINLARI
120 SAYFA
ÇEVİREN: ŞADAN KARADENİZ