Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Sık Karşılaşılan Polisiye Hatalarına Çok Kişisel Bir Bakış

Diğer Yazılar

İzzet Otru
İzzet Otru
1984 Yılında, Isparta’da doğdu. Isparta Anadolu Lisesi’nden 2002 yılında mezun oldu. Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladı, 2006’da mezun oldu. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde başladığı tezli yüksek lisansını 2010 yılında tamamlayarak, ÇEKO – İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Bilim Uzmanı unvanına hak kazandı. 2017 yılında Aynı üniversitede Yönetim ve Çalışma Psikolojisi tezli yüksek lisansı programına başladı. Tez aşaması sona ermek üzeredir. 2007’den bu yana serbest avukat olarak mesleğine devam etmektedir. Aynı zamanda, İstanbul Şişli Meslek Yüksekokulu Adalet programında öğretim görevlisidir. Yaratıcı drama eğitimi almıştır, uzun yıllar voleybol oynamış, kısa bir süre voleybol takımı çalıştırmıştır. Şu sıralar, krav maga eğitimlerine devam etmektedir. Birgün gazetesinde bir süre köşe yazarlığı yapmış, çeşitli gazete, dergi ve mecralarda yazmış, röportaj vermiş, çeşitli televizyon programlarına katılmış, pek çok demokratik kitle örgütünde, üniversitede, işletmelerde eğitim, seminer, konferans vermiştir ve vermeye devam etmektedir. Yayınlanmış bir kitabı ve çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Hukuk dışında, şiddet, şiddetin psikopatolojisi, mobbing, taciz, manipülasyon konularında çalışmıştır. Bilim tarihi, psikoloji, cerrahi, anatomi, nöroloji, nörobilimler alanlarına çokça meraklıdır.

Başlamadan önce belirtmeliyim ki, aşağıdaki satırlar nesnel durumlarla ilişkili olsa da akademik bir bakıştan ziyade, kişisel değerlendirmeler içeriyor. Verdiğim örneklerde, yayınlanmış öykü ve romanlardan da uyarlanmış alıntılar var. Alıntılar uyarlandı ve alıntılara atıf vermiyorum, çünkü mevcut eserlerin başka gözle okur tarafından değerlendirilmesini ya da aşağıdaki hususların eserlerin değerine gölge düşürmesini istemiyorum. Sonuçta bir eleştirmen değilim. Yazmaktan çok daha fazla zamanı okumaya ayıran biri olarak, bir okur olarak, bence dikkat edilmesi gereken bir takım hatalardan, kendi yazım serüvenimi de göz ardı etmeden söz etmek istiyorum. Biraz kişisel bir sohbettir yani bu metin.

Bir edebi metinde, özelde polisiyede olay örgüsünün ve kurgunun boşluksuz ve temel teknik verilere aykırı olmamasını beklemek okurun en büyük hakkıdır. Bu teknik verilerin, bir alan uzmanının sahip olduğu veriler kadar üst düzey olması beklenmese de fantastik bir metin yazılmadığı sürece temel fizik, biyoloji, gündelik yaşam kurallarına uygun olmasını isteriz okur olarak. Örneğin önden vurulmuş bir kişinin yüz üstü düşmemesini gerektirir en temel fizik kuralları. Ha, yazar illa ki yüz üstü düşürmek istiyorsa, fizik kurallarıyla da oynamak istiyorsa, elbette göğsünden vurulan kişiyi yüz üstü de düşürebilir. Ancak bunun nedenine bizi ikna etmesi gerekir. Çelik yeleklidir, sendelemiştir ve dengesini kaybedip öne düşebilir mi mesela? Neden olmasın. Zor bir ihtimal olsa da mümkündür. Ya da duvara çarpıp öne düşmüştür. Ancak bu en temel fizik kurallarından birinin aksine bir ortam sahne/durum yaratılacaksa, yazarın ek açıklama yapması ya da sahne öncesinde bizi bu farklılığa hazırlamış olması gerekir. Aksi halde kurgu delinmiş olur. Bir de buna araya onlarca sayfanın girdiği bir roman kurgusunda rastlarsanız canınızın sıkılması işten bile değildir. Çünkü, “ben mi bir şeyi kaçırdım acaba” sorusu ile okuduğunuz yerlerde debelenmek zorunda kalabilirsiniz.

Örneğin, bir kişinin göğsünden vurulduğunu öğreniyoruz 100. Sayfada. Sonra bu ana ilişkin soruşturmada bir geri gidişle (flashback), o andaki cesedin pozisyonunu tartışıyor kahramanımız 150. sayfada. Ve diyor ki, “yatağın altında acaba ne arıyordu?” Belki diyeceksiniz ki, sırt üstü düşmüştü de kafası yatak tarafına dönmüştü. Olur, mümkündür. Ben de onu diyorum: “Belki de…” Tamam da o belki metinde nerede? Örneğin, kurbanın yatak altında bir şey arayarak öldüğünü bize resmetmiş yazar, eğer sırt üstü düştüğünü açıklamıyorsa, biz yüz üstü düştüğünü düşünmeye meylederiz. Ama, 50 sayfa geride bu adam göğsünden vurulmuştu, bu bir ipucuydu… İşte bunu da hatırlarsak, canımız çok sıkılabilir.

Yani demem o ki, tamam, yazar kurgu dünyasında sonsuz özgürdür. Fiziksel gerçekleri dahi, benim kanaatime göre çarpıtabilir. Ancak bunun gerekçeli ve tutarlı bir açıklamasını kurgu bütünlüğü içinde yapması gerekir. Örneğin, yazar küçük kalibre bir tabanca ile yirmi metreden vurulmuş bir kişinin bacağının koptuğunu söylerse, bu bacağın normalde kopmayacakken bu verili ortamda yani kurgu içinde neden koptuğunu mantıklı şekilde açıklaması lazımdır. Aynı şekilde, çok yüksek kalibre bir tüfekle yakın mesafeden bacağından vurulan bir kişinin ise bacağının neden kopmadığını aynı şekilde açıklaması gerekir. Örnekleri çoğaltmak mümkün.. İri, uzun boylu ve güçlü bir kişinin kendisinden kısa bir kişinin kafasının üstüne baltayla vurduğunda normal koşullarda basit bir sıyrık oluşmaz. Kafatasının yarılması gerekir. Sahnenin dehşeti içinde kafanın yarılmış olmasını, baltanın öldürmediyse bile ağır şekilde yaraladığını algılamaya meylederiz haliyle. Yazar bu meyli kullanıp, detaylı bir açıklama getirmeyebilir. ‘Balta, iri ve uzun erkek; kısa bir kişi, ve kafa’ yeterli veriyi sunabilir. Ancak ilerleyen sahnelerde, bu kafasına baltayla vurulan kişinin birkaç saat sonra, iki dikişle hastaneden ayrıldığını öğreniyorsak, kafanın hayati tehlike yaratmayacak şekilde neden yarılmadığını bilmek isteriz. Diğer taraftan, bir başka örnekte, bir kişinin alnına doğru bir bıçağın sapıyla vurulduğunda mağdur ya da kötü karakterin kafası yarılıyor ve hayati tehlike yaşıyorsa, neden sadece kaşın açılmadığını alın kemiğinin de kırıldığını ve hayati tehlike yarattığını ya da öldürdüğünü, vuran kişinin elinin niye kesilmediğini de anlamak zorundayız. Hatta bu örnekte, elin neden kesilmediği açıklanmıyorsa, vuran kişinin elinin kesilmiş olması gerekeceğinden etrafta neden saldırganın kanının bulunmadığının da açıklanması gerekir bir sonraki adımda. Bir de düşünün aranan katil olsun bıçakla alın kemiğine vuran kişi. Etrafta kan yok. Peki neden yok? Ya o sahnede ya kurguyu koparmayan herhangi bir serim aşamasında ya da finalde bunu bilmek gerekir. Bilmezsek, ciddi bir boşluk olacaktır hikayede.

Bu örneklerdeki “neden”lerin onlarca teknik cevabı olabilir. Yazar bunları kendisine saklamasa iyi eder. Bir süre kendisine saklasa da en azından finalde kendine sakladığını unutmayıp bize de açıklamasını bekleriz. Vuranın çok güçlü/zayıf olduğunu, profesyonel olduğunu/tedirgin olduğunu ya da mağdurun çok zayıf olduğunu/çok güçlü olduğunu/taş kafa olduğunu v.b. bilgilerin ya da yazar nasıl istiyorsa o gerekçenin mantıklı şekilde bize de aktarılmasını bekleriz. Ya da açıkça neden daha ağır ya da hafif hasar verdiğini o anda göstermek istemese de yazarımızın uygun şekilde bu sahneye bizi hazırlamış olmasını algısal olarak da farkına varsak da varmasak da aslında talep ederiz. Bu talebimiz karşılanmazsa da okur olarak mutsuz oluruz.

Bu bahsettiklerimi metni yazan haricinde, dışarıdan herkes birbirine anlatabilir. Ancak yazan kişinin yazarken bunları fark edememesi de bazen kabul edilebilir. E, bu yüzden editörlük müessesesi var. Editör, bizim memlekette anlaşıldığı gibi pazarlama tekniği ile metne bakan ya da düzelti yapan kişi değildir ki. Bir çok kitabın editörsüz basıldığını dahi görmek mümkündür. Bunların kaçınılmaz sonucu da bahsettiğimiz sonuçlar olmaktadır.

Ben de kendi öykülerimin son okumalarında aynı hataları zaman zaman yaptığımı görüp düzeltiyorum. Bazen ise, yayın öncesi aynı hatalara düştüğümü ya da bazılarının gözümden kaçtığını zaman zaman atlıyor, fark edemiyor olabilirim. Bilemiyorum. Yani yazarken kimse bunlardan azade değildir muhtemelen. Bu hatalar(benim hatalarım da) eminim fark ediliyordur ancak amaç unsuru ile birlikte şimdilik göz ardı ediliyor olabilir. Nedeni, şevk kırmamak olabilir. Ya da zaten çoğunlukla gönüllü yapılan dergicilik faaliyetlerindeki muazzam iş yükünün çok az kişinin üstüne yığılmasından kaynaklı olup mazur görülmesi bile gerekebilir. Ama devasa yayınevlerinin devasa yazarlarında bu hataları okur, bir mazur görürse iki görmez. İki görürse üç görmez. Elimde bir çok kitap var “yazık olmuş güzelim esere” dediğim. Yazara hürmeten sonra dönüp okudum. Tanımadığım yazarları ise, bunca hata sonrası okumadım uzunca bir süre. Sonra haksızlık ettiğimi düşünüp çok zorlanarak da olsa tekrar okudum. İyi ki de okumuşum. Onca hataya rağmen yine de acayip yıldızlar kazanacağını/kazandığını düşünüyorum Türkçe polisiyenin. Kitap olarak basılırsa bir gün kendi yazdıklarımın, bu gözlerle okunmasını ve geri bildirim verilmesini gerçekten çok isterim.

Bu arada kastettiğim bu hatalar, bence gerçekten çok önemli hatalar. Yoksa, yazarın olay yeri incelemelerinin hepsinde bir adli tabip bulunduruyor olması, kurgu içinde bir anlam taşımasa bile, yetersiz araştırma sonucu olsa bile ya da tercih olsa bile, bir bütünlük olup teknik olarak sonuca, yani eserin içindeki bütünlüğe çok fazla etki etmiyorsa, dikkate alınmayabilir. Evet, bizdeki cinayet soruşturmalarının çoğunda, gerçek hayatta adli tabip olay yeri incelemesinde bulunmayabiliyor. Uzmanları böyle söylüyor. Dokunup geçilmiş yerlerdeki kurgu dolguları da çok dikkate alınmayabilir. Yani bir sahne vardır, silahı çekmiştir kötü adam. Kahramanımız da hamle yapmıştır. Hamleyi de aslında anatomik olarak ters bir açıyla yapmıştır. Kötü adam (yanlış anatomik açı ile müdahaleye göre) solak/sağlak değilse kahramanımız muhtemelen ölecektir. Buradaki hamle yönü, metinde sadece dokunulup geçildiyse ayrıntılı tasvir edilmediyse, savunma sanatlarını bilmeyen bir okur için çok da sorun yaratmaz. Savunma sanatlarını bilen okur içinse, zaten teknik olarak (sonrasında detay da verilmezse ve bu detaya gerçekten gerek yoksa) “yazarın vardır bir bildiği” deyip geçmesine yol açacaktır. Çünkü, sahnenin devamı gelmediğinde savunma sanatlarını zaten bilen okur, bu çok zor ve ters hamleyi kafasında canlandırıp geçecektir. Bu sahne uzarsa, okur kahramanımızın da savunma sanatlarında uzman olduğunu bilmek ister. Remzi Ünal’ın pata- küte birilerini indirip durmasından hiç rahatsız olmuyoruz değil mi? Neden? Çünkü, Remzi Ünal’ın, en etkili stillerden birinin (aikido) ustası olmasa da, sanatı iyi özümsediğini ve işine gelen her şeyi her zaman hatırladığını uygun şekilde atılmış kancalarla/düğümlerle algılamamız ve ikna olmamızdır. Celil Oker bunu nefis şekilde başarmıştır. Uzamış sahneler dahi keyifli bir aksiyon sahnesi gibidir, ki uzunlukları da tam kıvamındadır.

Yukarıdaki örnekte aslında fiziksel ve anatomik olarak çok zor bir hamle yapan kahramanımızın anlatıldığı bu sahneyi, yazar uzun uzun anlatıp canlandırmamızı isterse, bir de silah çeken adama olması gereken yönden değil ters yönden neden ve ne şekilde hamle yapılacağını da gözümüzde teknik olarak doğru şekilde canlandıramazsa büyük sorun çıkar. Çünkü, dokunup geçtiği yerde, okurun zihni anlık olarak durumu göz kırpımı kadar canlandırıp ilerlediğinde, çelişkiyi/hatayı fark etmeyecektir. Üzerinde durmayabiliriz. Sahne uzadıkça okur sahnenin devamında hareketleri fizik kurallarına ve içgüdüsel anatomik adımlara göre canlandırmaya başlayacaktır. Canlandırma esnasında da yine içgüdüsel olarak o silaha uzanmaya çalışacaktır ancak bir türlü başaramayacaktır. Çünkü teknik yanlış kurulmakta veya anlatılmaktadır. Bu sorundur işte. Buradaki temel kural bence şudur, yazıya ara verip kalkarak o hareketi canlandırmaya çalışmadan, yazmamak gerekir. Stili bilmiyorsak da bu canlandırmayı yapamayız. O zaman bilen birilerinin videolarını izleyip aktarmamız gerekir yazar olarak. Yani görselleştirmemiz gerekir kendimize de, ama ne kadar canlandırabiliriz işte o yazarın ustalığıdır artık. Zaten usta yazar neyi ne kadar canlandıracağını bilip, o sınırı belirledikten sonra sahneyi ne kadar uzatacağını da bilendir. Daha da ustası, canlandırmasının tıkanacağını hissettiği, ancak o canlandırmaya da düğümler veya serim için biraz daha uzun ihtiyaç duyduğunu fark ettiği anda, okurun dikkatini başka yere çekerek canlandırmadaki zayıflığı örtendir. Bu okuru kandırmak değildir. Metnin tanrısı olarak yazarın, okuru da yönlendirebilme becerisidir. Altın kuralı hatırlayalım, “okuru kandırma, salak yerine koyma”. Haliyle, dikkati dağıtmanın çok ustalıkla işlenmesi gerekir ve çok ayrı bir meziyettir. Eğer yazar dikkati dağıtmaya çalıştığının, yazarken doğrudan farkında değilse, kendi dikkati de dağılmış demektir. Metinde bir adım sonrasını okur değil yazar bildiğine göre, dikkati dağılan yazar da bir adım sonra ne olacağını kaçıracaktır. Eğer yazar, biraz demlendikten sonra metni baştan sona tekrar ama başka bir kişiliğe bürünerek 3. Göz olarak okumadıysa, ya da işini bilen bir editör müdahale edemediyse işte bahsettiğimiz sorunlar basılı eserde karşımıza çıktı demektir. Bunca emeği de bazen küçücük birkaç hata sıkıntıya sokar. Çünkü karaktere olan inancımızı yitirmemize yol açabilir. Bu durumda da bundan sonraki tüm adımlamalarda karakterin hamlelerinde hep ikna olmayı bekleriz algımız çok açılır.

Bir örnek daha vermek isterim. Bence oldukça iyi bir polisiye romanda, her şey karakterimiz açısından o kadar sistematik ilerlemekteydi ki, o karakterin psikolog tarafından ilaç yazıldığını belirtip araştırmasını bunun üzerine kurması, kitabı o anda bırakmama yol açtı. İki ay sonra psikolog diyen her yeri psikiyatrist diye okuyarak kitabı bitirmeye çalıştım. Bitirdim de, iyi ki bitirmişim, lezzeti damağımda kaldı her şeye rağmen. Ama bu küçücük hata, savunma sanatları örneği ile açıkladığımız noktaya da örnek verilebilir. Eğer yazar, psikoloğa ilacı yazdırıp geçse, uzatmazsa “hata yapmış tüh ya böyle de bir hata yapılmamalı ama olsun” deyip devam edebiliriz. Ancak örneğin, bütün araştırmayı bunun yani psikoloğun yazdığı ilacın üstüne kurarsa işte o zaman işin rengi değişir. Psikoloğun yasa dışı şekilde ilaç yazdığı v.b. bir husus da da açıklanmamışsa ya da yazarın evreninde psikologların da ilaç yazabileceğine dair bir dünya yaratılmadıysa, o zaman soruşturma baştan sona yanlış yürüdü demektir aslında. Haliyle sonuç da kurgu için olmaması gereken bir yere serilecektir. İşte bu can sıkar. Hem de çok can sıkar.

Başka bir örnekte yazar, çok uzun bir cenaze sahnesi canlandırmamızı ve o duygu yüküne ulaşmamızı istiyor. Bunu göze parmak sokarak yapıyor. Bu zaten bir sorun. Metinden, yazarın “şimdi burada duygulanmalısınız” diye bağırdığını duymamamız gerekir. Ama bu başka bir yazının konusu aslında belki de. Burada anlatmak istediğim başka. Yazar, duygulanın diye bağırdığı sahneyi uzun canlandırdığı için, cenaze ritüellerini bilmesini bekleriz. Lakin yazarımız, rahmetliyi tabutla mezara koyuyor. Tabut mezardayken toprak atılıyor. Gömme işleminden sonra da cenaze namazının kılınacağını söylüyor. Bunun da nedenini açıklamıyor. Haliyle, demek ki, yazarımız bu ritüele hakim değil. Bir de bu o kadar majör bir mesele ki, dokunup geçseniz bile hata yapamazsınız. Namazdan önce gömemezsiniz. Namaz olduğuna göre mevta İslamiyet ritüelleriyle gömüleceğinden, tabutla gömemezsiniz. Herkesin bildiği bir konu olarak, kitabın son sayfalarındaki bu bariz hata bütün kitabı tartışmaya açıyor. Görmezden gelinecek başkaca hatalar da göze batıyor.

Biraz önce, karaktere inanmak demişken… Okura karakterlerin özelliklerini verirken yarattığımız dünya, tüm metin boyunca korunması gereken bir dünyadır. Bu dünyanın dışına çıkacaksak da gerekçelerini açıklamamız gerekir. Örneğin, bir kağıt toplayıcısının diyaloğunda, kağıt toplayıcısının “abi, bunlar burada kapışırken bu herif bir kağıt düşürdü. Bu kağıdı aldım ben, uzaklaştıydı bu seslendim duymadı ben de diğer kağıtların arasına atıverdiydim. Bulam sana onları ama sen de beni şahit mahit götürme anlaştık” der mi? Bence der. Ama bu karakter sizce şunları söyler mi “abi, bunlar burada kapışırken sorduğun beyefendi bir kağıt düşürmüştü. Kağıdı aldım. Arkasından da ‘beyefendi, kağıdınızı düşürdünüz’ diye seslendim. Uzaklaşmıştı ve aramızdaki mesafe açılmıştı. Martıların sesi, denizin sesi, kornaların sesi… Duymadı beni efendim. Ben de, topladığım kağıtların arasına attım bulduğum bu kağıdı. Ben bulabilirim bunca kağıdın arasından istediğiniz evrakı, eğer arzu ederseniz. Ama, sizden de bir ricam olacak, beni tanık olarak göstermemeniz. Kabul eder misiniz acaba?”

Bence böyle de konuşabilir. Ama o zaman, neden ikinci şekilde konuştuğuna ikna olmam gerekir. Aslında eğitimli olabilir. Okumayı seviyor olabilir. Eğitimli veya değil, böyle konuşuyor olabilir, yazar böyle konuşturmak istiyor olabilir. Bunlar gibi çok klişe açıklamalar da, klişe olduklarını göze sokmadan aktarmak da mümkündür. Yazarın tercih edeceği başka bir ikna edici bir sebeple de. Ancak, bu kağıt toplayıcısının neden ikinci şekilde konuştuğuna ikna olmak zorunludur. Burada şunu atlamamak gerekir. Okur, herkestir. Hepimizizdir. Haliyle okur, kalıp yargılarla beslenmektedir ve ön yargılıdır. Bu ön yargılarla uğraşmak da eserin amaçlarından biriyse, bunu da göze parmak sokmadan algılayabilmek gerekir. Metne ikinci bir katman atılarak bu gerçekleştiriliyorsa da diyalogların gerçekçiliğine halel getirmeyecek bir metodun bulunması gerekir. Ön yargıyı olumsuz anlamda belirtmedim. Algısal bir durumdur da bu, bir arkadaşımıza “hayırdır birader sen böyle konuşmazdın” derken de, öncesinden referans alırız. Kağıt toplayıcısı bir kişinin, “afedersiniz efendim, eğer atıksa kartonları alabilir miyim” diye konuşmasını ne yazık ki beklemeyiz. “Ablacım, bunları alıyom ben” demesini bekleriz reel dünyada. Kurgu dünyasında da, eğer kurguda başka bir dünya çizilmediyse, yine reel dünya referanslarımız geçerlidir çoğu zaman.

Başka bir örnek verelim, imam sorguda. “Tanrı şahidim olsun ki, ben götümü toplamaya çalışıyorum, memur maaşı ile ancak geçiniyorum. Bir de üstüne trişörlükle tüyü düzeceğim öyle mi?”

İkna olur musunuz başka hiçbir açıklama yapılmadıysa bir imamın böyle konuşacağına? Ortalama imam, Tanrı der mi? Ortalama İmam, kumar argosunu bilir mi? Diyebilir. Argoyu da bilebilir. Ancak, bunun için imamın ekstrem özelliklerini de bilmemiz gerekir ki, ikna olalım böyle konuşabileceğine. Yoksa bıraktığı his, “e imam böyle konuşmaz ki” olacaktır.

Bir örnek daha verelim. Bir komiser yardımcısı ile çok samimi oluyoruz bir öyküyü okurken. O kadar doğal ve içten ki konuşmaları, hareketleri. Ama, sıradan yurdum erkeği. Maço. Kitap okumaz. Sinemaya gitmez. Gazetede spor sayfasından başka bir şey okumaz. Bir kadın cinayeti sonrası amiri ile konuşurken birden “Toplumsal cinsiyet rollerinin oluşturduğu ataerkil bir düzenden oluyor bunların hepsi. Ya da tersi amirim. Ataerkil düzen zaten toplumsal cinsiyet rollerini belirliyor. Kadının zaten adı yok. Ancak çocuk yapsın. Evi çekip çevirsin. E kadın da çalışıyor. Ev içi emek ne zaman anlam ifade edecek amirim?” diyor. İkna olur musunuz? Öncesinde ya da sonrasında, bu defa neden böyle konuşmaya başladığını bilmemiz gerekir.

Mantık ve kurgu hatalarına dair de söylenebilecek çokça şey var. Sanırım bu da başka bir yazının konusu. Ancak, burada mantık dizgesi için karakterin inandırıcılığını da yitirten kısa bir örnek vermek istiyorum. Örneğin, birkaç sahne önce, olay yeri inceleme elemanı, bilgilendirme yaparken tıbbi terminoloji ile konuşunca “anlamıyorum ulan, Türkçe anlat” diyen bir karakter, cesedi incelerken bir anda “Peştiyal kanama var. Ekimozlara bakılırsa…” diye başlayıp uzun uzun anlatırsa, öncesinde ya da sonrasında aslında bu karakterin, örneğin terminolojiyi gayet iyi bildiğini ama öyle konuşulmasını sevmediğini, ya da adli tıbba gide gele öğrendiğini ve artık ‘olay yercilerle’ bu nedenle bir daha atışmamaya karar verdiğini, ya da olay yerine yeni gelen komiser yardımcısına abayı yaktığı için adli tıp terminolojisini belki sohbet açılır diye öğrenmeye başladığını v.b. bir şekilde öğrenmezsek, metindeki karakterlerle olan bağı kaybetmemiz işten bile olmaz diye düşünüyorum. Ayrıca, çok doğal bir akışta ilerleyebilecek bu bilgiler, bir anda didaktik bir konferans metnine dönüşme tehlikesini de taşıyor.

Bir de, toplamdaki inandırıcılık meselesi var. Polisler, kendi aralarında o kadar düzgün bir Türkçe konuşuyorlar ki örneğin, kısaltma yok. Argo yok. Küfür yok. Kelime hazinesi muazzam gelişkin. Memurlar da öyle, amirler de, komiserler de mesela. Yorulmaz mısınız? Kurgu evren tam olarak o şekilde kurulmadıysa, sokaktaki adama argo konuştururken, bütün polislere başka bir dünya Türkçesi gibi gelen bir dille konuşturuyorsa, ben çok yoruluyorum. Yanlış anlaşılmasın, polisler böyle konuşmaz demiyorum. Elbette konuşurlar. Ama tüm sahnelerdeki tüm polisler, Edebiyat Fakültesi’ndeki Felsefe ve Dil Buluşmaları diye bir konferansın katılımcısı akademisyenler değillerse, kendi aralarında da her zaman o şekilde konuşmazlar. Eminim öyle bir konferansın katılımcısı akademisyenler de, tüm gündelik yaşamlarındaki konuşmalarını o şekilde gerçekleştirmiyordur. Polisler, birbirlerine Olay Yeri İnceleme’deki bir meslektaşlarından söz ederken, “Olay Yeri İnceleme ve Kimlik Tespit Şube Müdürülüğü’nden Komiser Kemal’in verdiği bilgiye göre…” demiyorlardır sanırım. Yazar herkesi illa ki böyle konuşturacaksa, okur olarak bunun nedenine ikna olmak isterim.

Mekan/zaman meselesi de benzer. Mekan/zaman atlamaları. Eğer Arka Sokaklar’ı yazmıyorsanız, mekan geçişlerinde makul bir aralığa ya da atlamanın olduğunu açıklamaya ihtiyaç vardır diye düşünüyorum. Bir önceki sahnede Vatan Emniyetteyken, hemen devamında Gayrettepe’de şube müdürü tarafından sigaya çekiliyorsa karakterimiz, hangi ara gittiğini bilmek gerekir. Ya da, karakter saatine bakıp 17.30 diyorsa, hemen devamında “16.30’da orada olurum” diyemez. Eğer zamanda yolculuğu bulmadıysa. Bulduysa, bilmek isterim ki, ben mi yanlış anladım ya da okudum diye sürekli geri dönmek zorunda kalmayayım. Yine Arka Sokaklar’ı yazmıyorsak, saatimize bakıp 17.45 olduğunu söyleyip, ortalama bir İstanbul gününde, 18.30’da Beylikdüzü’nden Kadıköy’de olamayız. Siren açarak? Belki. O zaman siren açıldığını da okurun öğrenmesi gerekmez mi?

Görüldüğü gibi, bazıları ufak tefek bir takım konular çok kıymetli emeğimizi ve sonucunda meydana gelen eserimizin etkisini kırabiliyor. Bu ufak tefek hataların bazısı gözden kaçma, bazısı ise yeterli araştırma yapılmamasından kaynaklanıyor. Olabilir. Bir çok yazar, geçimini başka işlerden sağlarken müthiş bir çaba ve emekle, çocuklarının zamanından, kendi zamanından uykusundan fedakarlık yaparak bu metinleri üretiyor. Hepsi çok kıymetli. Haliyle, yeterli araştırma olmaması gibi konular aslında çok da eleştirilebilir mi değil mi bilemiyorum. Bana göre biraz insaflı davranmak gerekiyor. Ancak, editörlük meselesini de tekrar ve tekrar tartışmaya açmak gerekiyor. Özellikle basılı kitaplardaki editörlük meselesini. Ülkemizde editöre gereken değerin verilmemesi başlı başına çok ciddi bir sorunken, bir çok editörün aynı zamanda yazar olması (burada çok büyük bir sorun yok) ve asli işleri olarak yazarlığı görüp (burada büyük sorun var) editörlüğü ikinci planda tutmaları da önemli sorunlar doğuruyor. Editörle yazar arasındaki bazen ilişki olgun gelişemediğinde de, saygı sınırlarını zorlayan sonuçlarla karşılaşılıyor. Bir çok olaya şahit olunmakta bu konuda. Editörlük meselesi apayrı bir inceleme konusu. O nedenle daha fazla üzerinde durmayalım.

Bitirirken şunu tekrar belirtmem gerekir, polisiyeye katkı veren tüm yazarlarımızın emekleri çok kıymetli. Yazarken harcanan emeğe, küçücük birkaç dokunuşla, belki de yardımlaşarak, dayanışarak gözden kaçan ufak kar tanelerinin belki çığ olmasını engelleyecek bir yol yöntem aramamız gerekir. Ya da bu, küçücük veya majör, gözden kaçan taneleri azaltmak için biraz daha ince gözle yeniden metinleri değerlendirmeye, başka yazarları okurken rahatsızlık duyduğumuz hususları kendi yazılarımızda bir kez daha gözden geçirmeye, “aynısını ben de yapmış mıyım” diye bir göz atmaya ihtiyacımız vardır. Bilemiyorum. Siz ne dersiniz? Çok kıymetlisiniz.

En Son Yazılar