Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

TESADÜFLER

Diğer Yazılar

KAMBUR

O GECE

Funda Menekşe
Funda Menekşe
Çocuklar için, sevimli öyküler yazarken ne ara cinayet kurguları tasarlamaya geçtiğini kendisi de bilmiyor. Bildiği bir tek şey var ki; yazmayı seviyor.

Daha bilindik yerlere bütçesi yetmeyen orta direk ailelerin on günü geçemeyen tatilleri için tercih ettikleri, daha doğrusu anca edebildikleri bir sahil kasabasıydı Hoşyalı. Uzunluğu için uzun denilemeyecek kumsal boyunca omuz omuza vermiş birkaç butik otel dışında turistlere hitap edecek bir yanı da yoktu zaten. Antik dönemden bu yana sayısız kültürü harmanlamış bu topraklarda onlarca tarihi yapı bırakmış medeniyetlerden bir tanesi bile Hoşyalı’yı değil bir tapınak, bir gözetleme kulesi yapmaya dahi layık görmemiş olmalıydı. Çevre kasabalar ve ilçelerde atılan her iki adımdan biri antik bir taşa denk gelirken hem de…

Otel ışıklarının yarıdan çoğunun söndüğü, yılın en güzel zamanıydı. Aylardan Ekim’di. Üç beş paralı ve onlarca kıt kanaat tatil yapan ziyaretçinin geride bıraktıklarıyla kesesini şişirmiş esnafın yüzü gülüyordu. Buralarda esnafın yüzü yılda iki kez gülerdi zaten. Biri şehir kaçkınlarının akını başlarken biri de o kaçkınlar tüm kaçıklıklarını ve gürültülerini arabalarına yükleyip giderken. Esnaf eşleri, “Düşünsene Arap ve Rus turistler gelse bir de…” diye başlayan hayalleri günlerce dinlerdi ve bu hayal olmadık hayalleri kurdurur yüzlere kocaman gülüşler kondururdu.

CAHİT

Gümüşçü Cahit dükkânın kepengini indirdiği sırada bu hayalin değil, ömrünün tek gerçeğiyle yaşayabileceklerini hayal etmenin sarhoşluğuyla gülümsüyordu. Biraz da Şirince şarabının katkısı vardı bu gülümsemede. Böğürtlen tadı damağında hoş bir lezzet, kafasında küçük bir parça duman bırakmıştı. İki gecedir o dumanın arkasına saklanıyor ve doğru olanın ne olduğunu bulmaya çalışıyordu. Her şarkıda bir çift kahverengi göz nağmelerden dökülüp kadehine doluyor ve uzun tırnaklı ellerin hayali onu şaraptan daha çok sarhoş ediyor, mantıklı düşünmesini engelliyordu. O elleri bir daha bırakmamak için her şeyi yapmaya hazır hissediyordu kendisini.

Kepenk kapanıp kilidin sesi geceden kalma sessizliğin son saatinde bir yırtık oluşturduğunda saatine baktı Cahit: 04.17. “Sevimsiz Sevim uyanmaz inşallah,” diye mırıldandı kendi kendine. Babası öldüğünden beri kasabanın en zengini olan karısının kurumuyla, afrası tafrasıyla uğraşarak böğürtlenin tadını bozmak ve Nesrin Sipahi’nin sesini kulaklarından silmek istemiyordu. Arnavut kaldırımlı sokakta attığı adımlar beyninde dönen plakta çalan “Kalbe Dolan O İlk Bakış” şarkısının ezgisine tempo tutuyordu. Şarkı daha ilk nakaratı devirmeden evinin bahçe kapısını itti.

Tek sıra halinde dizilmiş dükkanların sırtında kalan, karşılıklı evlerin oluşturduğu sokağın en başındaki harabeye üstünkörü baktı. Hoşyalı’nın adını aldığı bu yalı artık hiç de hoş görünmüyordu.

Rivayete göre zamanında bir Osmanlı paşası inzivaya çekilmek istemiş, kimselerin ayak basmadığı bu yere bir yalı yaptırmıştı. Birkaç sene kimsesizliğin ortasında yaşadıktan sonra iyice kafayı sıyırmış olmalıydı ki kendini asmıştı. Yakınları gelip yalının kapısına kilidi vurmuştu. Uzun yıllar o kilide dokunan olmamış ama yalının ihtişamlı varlığı başka hanelerin de birer ikişer belirmesini sağlamıştı. Cahit çocukken yalının Rum asıllı bir aile tarafından pansiyon olarak işletildiğini hayal meyal hatırlıyordu. Nedenini kimsenin bilmediği bir şekilde bu ailenin erkeği önce karısını sonra pansiyonda kalan müşterileri ve en son da kendisini vurunca, Hoşyalı’nın meşhur yalısının adı tümden uğursuza çıktı, kimseler sahip çıkmadı yalıya. Sonrası ise talan, hırsızlık…

Artık tüm ihtişamını kaybetmiş yalının hizasındaki ikinci evin kapısına anahtarını usulca soktu. Anahtarın bir tur dönüşü sırasında kulağına bir ses çalındı. Yorgun, anlık, derinden ve hayalle gerçek arasında sıkışmış bir ses. Evinin aralanmış kapısından içeriye adım atmadan önce sokağı kontrol etti ve sessizliğin sesiyle çarpık bir gülümseme belirdi yüzünde. Aynı sessizliği evin içinde bulmayı umarak eve girdi, üst kattaki yatak odasına çıkmadan kendini sofadaki sedire bırakıverdi.

Gümüşçü Cahit için yeni gün iki saat sonra sokaktan gelen kamyon homurtusuna eklenmiş kadın dırdırıyla başladı. Sevim tepesine dikilmiş, iki elini de beline koymuş söyleniyordu.

“Kalk artık, ırgatlar geldi, dışarıdalar. Amcam mı durmalı başlarında sen mi? Yoksa o üç kağıtçı kâhyaya mı güveneyim? Neden sahiplenmiyorsun bu işi anlamıyorum.”

Gözlerini yeniden kapatan Cahit, “Çünkü evlenirken öyle anlaştık. Zeytin işine bulaşmam, zanaatkar adamım ben, çiftçi değil. Kaç kere diyeceğim bunu sana?”

“Zanaatkâr mı? En son ne zaman bir şeyi kendin tasarladın acaba? Gelen malı satmak dışında bir iş mi yapıyorsun?”

“İki üç güne kadar yine İstanbul’a gideceğim zaten. Malzeme alacağım.”

Sevim, nefret ettiği şehrin adını duyunca aldığı nefesi hızla burnundan bıraktı.

Çıkan ses yüzünden ters ters bakan Cahit, “Bırak da uyuyayım azıcık,” dedi sırtını dönerek.

Karısı, “Kalk, yatağa yat o zaman. Ayak altında…” diyerek dürtse de Cahit aldırmadı.

“Burası daha rahat,” dedi kinayeyle.

“Yatağını beğenmiyorsan eve de gelme Cahit. Kimin koynundan çıkıp geldiysen oraya git,” deyip kapıyı çarptı Sevim. Cahit’in, arkasından “Yine saçmalıyorsun,” diye bağırdığını duymadı. Cahit ise yeniden gözlerini yummayacaktı, aklında başka bir plan vardı: Yolunda gitmeyen bir planı yoluna sokmak.

NESRİN

Bir zamanlar bir pencere olduğuna emin olduğu dikdörtgen açıklığa çakılmış tahtaların arasında kalan boşluktan sızan incecik ışık huzmesi beton zeminde belirdiğinde yeni bir günün başladığını anladı Nesrin. Bu rutubetli mahzene kapatılışının üçüncü sabahıydı. İlk gün en zorlu geçen gün olmuştu. Kim tarafından, neden kaçırıldığını bilmiyordu.  Kaldığı otelden akşam saatlerinde çıkıp onu havaalanına kadar götürecek taksiciyle buluşacağı noktaya yürümeye başladığını hatırlıyordu. Otel için çalışan taksiciler vardı ama onlar havaalanına gitmek için çok para istemişlerdi. Nesrin de kasabaya geldiği ilk gün tesadüfen tanıştığı bir taksiciyi ayarlamıştı. Adam, “Abla otelin önünden alamam, arkadaşlara ayıp olur,” diyerek bir buluşma yeri belirlemişti. Otelden çok da uzak olmayan noktaya hızlıca yürüyordu Nesrin. Sonrasında ise bir elin suratına kapandığını, kurtulmaya çalıştığını hatırlıyordu o kadar, bayılmıştı. Gözlerini açtığında kendini bu karanlık mahzende bulmuştu. Sabun ve naftalin kokulu çarşafların üzerinde uyandığında ilk işi ayağa kalkmak oldu. Sendelediği anda şıkırdayan zincirin sesini duydu ve ayak bileğinden bir zincirle bağlandığını o zaman fark etti. Zincirin gitmesine elverdiği son noktaya kadar zemini elleriyle yokladı. Bir demir parçası, bir taş, bir çivi bile olsa işe yarayacak bir şey aradı; yok, bulamadı. Zincirden kurtulmak için gösterdiği çabanın tek sonucu bileğinde ve parmak uçlarında açılan yaralar olmuştu. Ağladı, bağırdı, çırpındı ve yine ağladı. Nafile…

Akşam, saati kestiremediği bir vakitte demir kapının aralandığını duydu. İçeriye sızan fener ışığı gözlerini kamaştırdı. Yüzüne maske geçirmiş biri onun için biraz su ve üç sandviç bıraktı. Zincirlerin el verdiği en uzak mesafeye Nesrin için bırakılan lazımlığın içindekileri bir kovaya boşalttı.

Nesrin, maskeli kişinin konuşması için peş peşe sorular sordu, yalvardı, küfretti, ağladı, karşısındakine saldırmaya çalıştı. Nafile…

Ertesi gün akşam saatlerine kadar yine yalnızdı. Sürekli uyumuştu. Mahzenin rutubetli havası yüzünden olduğunu düşündü. Demir kapının sesi yeniden duyulduğunda bu kez uslu durmaya kararlıydı. Dikkatlice maskeli kişiyi incelemeye çalıştı ancak fenerin ışığı gözlerini aldığından pek bir şey göremedi. Su ve yemek tabağı bırakılıncaya kadar hiç konuşmadı. Lazımlık boşaltılırken kibarca teşekkür etti. Maskeli kişi yine cevap vermedi, sırtını dönüp çıktı. Ancak bu kez, kısa bir süre sonra geri döndü ve Nesrin’e çok yaklaşmamaya özen göstererek yatağının üstüne bir torba attı. Nesrin tedirgin bir biçimde torbayı açtığında torbada tentürdiyot, sargı bezi ve pamuğun olduğunu gördü. Maskeli kişi elinde tuttuğu feneri birkaç kez sallayınca Nesrin bileklerine pansuman yapmasının beklendiğini anladı. İşi biter bitmez fener yön değiştirdi. Maskeli kişiye gitmemesi, konuşması için yalvarsa da nafileydi.

Bu üçüncü sabahta, tabaktaki ikinci sandviçi yerken akşama kadar yine kimsenin yanına uğramayacağını, biliyordu. Bağırmasının, ağlamasının da bir işe yaramadığını öğrenmişti. Sürekli uyumak, uyumak, uyumak istiyordu. Sandviç ya da suya ilaç katılıyor olabilir miydi? Yediğini ya da içtiğini karanlıkta incelemesi mümkün değildi. “Rutubettendir,” dedi kendi kendine, başı da ağrıyordu. Tek umudu onu almaya gelecek olan taksicinin kendisini bulamadığı için ortalığı ayağa kaldırmış olmasıydı. İki gün sonra kocası da onu bulmak için yollara düşerdi zaten.  Belki de çoktan düşmüştü bile.

SEVİM

Arabanın arka koltuğuna oturdu ve ön koltukta oturan amcasının işle ilgili açıklamalarını konuşmadan dinlemeye başladı Sevim. Amcasını duyuyor ama aslında ne dediğini hiç anlamıyordu. Uykusuzluktan yorgun düşen bedeni neyse de aklı karmakarışıktı. Bu ara aklını işe verebilecek gibi değildi, lakin vermek zorundaydı. Zeytin hasadı zamanıydı. İşler rayına oturana kadar, ırgat ağasının getirdiği adamların nasıl çalıştığını, kâhyanın kaşla göz arası hangi ırgat kıza sarktığını, amcasının yine arkasından dolap çevirmeye kalkıp kalkmadığını kendi gözüyle görmeliydi.

Her şeyi ve herkesi kontrol altında tutmak zorunda kalarak büyümüştü. Tek ağabeyi denizde boğulmuştu. Anası üzüntüsünden yataklara düşmüş, babası teselliyi rakı kadehinde arar olmuştu. Babasını düşüp kaldığı kaldırımlardan toplamak, hasta bir anaya bakmak, ailesinin emek emek büyüttüğü zeytinlikleri çara çakala kaptırmadan elde tutmak için ne mücadeleler verdiğini bir kendi bilirdi bir de Allah. Çar çakal takımının en başında da amcası vardı. Eğer babasının ölümünden sonra tırnaklarını göstermemiş ve her işi, kasabalının saygıyla karışık korku beslediği kayınbiraderine devretmekle tehdit etmemiş olsa amcası çoktan malın mülkün üstüne otururdu. Yaşadığı sürece babasına asalak olmuş bu adamı bir süredir de kendisi taşımak zorunda kalmış, düşmanını yakın tut anlayışını sürdürmüştü.

Zorlu geçen gençliğinin tek hayaliydi çocukluk aşkı Cahit’le evlenmek, tutunduğu tek umut. Cahit onu kurtaracaktı. Rahat ettirecekti, hiç içmeyecekti, gözü ondan başkasını görmeyecekti, ona dört çocuk anası olmayı tattıracaktı. İlkokul sıralarından beri tanıdığı Sevim de zerrece gönlü olmayan, aklı fikri İstanbul’da olan ve bir gün çok ünlü bir tasarımcı olacağını hayal eden Cahit bu evliliğe ikna edilene kadar Sevim’in yaşı otuzu geçmişti. Tesadüfen öğrendiği bir derdi çözmek onun da derdini çözmüştü. Parayla pek çok düğüm çözülebiliyordu ancak daha ilk günden anlamıştı ki evliliği satın almak iyi bir fikir değildi.

Kasabanın görüp görebileceği en şaşalı düğünü yapmışlardı. Kalabalığın son halaylarını çektiği sırada çekildiği zifaf odasında beklerken heyecandan titriyordu Sevim. Cahit odaya yalpalayarak girip “Yorgunum uyuyacağım ben, sen de uyu,” dediğinde heyecan yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Üç yıllık evlilik süresince yaşayacağı yegâne duyguya yani…

Şimdi farklı bir his daha vardı içinde. Hem elini çabuk tutmalı hem de aceleyle yanlış bir şey yapmamalıydı. Arabanın arka koltuğunda oturan Sevim bir elini karnına koydu ve diğer elinin yumruğunu sıktı, “Mantıklı düşünmek ve bir çözüm bulmak zorundayım,” diye mırıldandı. Amcasının, “Ne çözümü?” diye sorması üzerine de “Şu zeytin satışı konusunda işte…” diye kaçamak bir cevap verdi. Bu öncekilere benzemiyordu, ilk defa bu kadar öfke hissediyordu ve olacaklardan korkuyordu.

NECATİ

Arabasının yönünü denize doğru çevirdi Necati. Yan koltuğun altında duran siyah poşetten bir şişe çıkardı. Radyodaki neşeli şarkının yerine bir türkü açtı. Musa Eroğlu, “Geçtim dünya üzerinden/ Ömür bir nefes derinden/ Bak feleğin çemberinden/ Yolun sonu görünüyor…” derken gözlerinde biriken yaşları alelacele sildi. Issızda olduğunu biliyor olmasına rağmen ağladığını gören olup olmadığını kontrol etmek için etrafa bakındı.

İkinize de lanet olsun,” diye bağırdı ve ikinci şişeyi açtı.

Evliliklerinin dokuzuncu ayıydı. Birlikte balayına bile gitmemişlerken karısı karşısına geçip onsuz bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediği anda anlamıştı: O herif için terk edilecekti. Sesini çıkarmadı önce. Otuzunu geçmiş ve bunca sene tek başına yaşamış bir kadını durduramazdı. Dönüp dönmeyeceğini görmek istedi. Otelde geçirdiği her gün telefonda konuştuğu eşine korkularından hiç bahsetmedi, hiçbir şey yokmuş gibi davrandı, kadını sıkboğaz etmedi. Beşinci günün sonunda karısına yedinci telefon aramasında ulaşabildi. Kadın denize inerken telefonu odada bıraktığını söylüyordu ama içindeki kurt ona başka şeyler fısıldıyordu. Telefonu kapatır kapatmaz bir çanta hazırladı ve yola düştü. Aldatılıyorsa gözüyle görmek istiyordu ve Hoşyalı’ya ulaştığı sabah karısını denizde tek başına yüzerken gördü. Öğleden sonra otelin kafesinde kitap okurken izledi, akşam yemeğini tek başına yediğini gördüğünde bir rahatlama geldi. Peşinden geldiğini fark ederse karısının çok kızacağını düşündüğünden karısına hiç görünmeden İstanbul’a dönmeye tam karar vermişti ki adamı otele girerken gördü. Evlenmeden hemen önce, tesadüfen karısının yastığının altında bulduğu fotoğrafta gördüğü adamı… İşte o lanet adamla karısını diz dize gördüğü anda bir plan yaptı, bunu onlara ödetecekti.

Size ne yapsam az!” diyerek boşalan ikinci şişeyi de arka koltuğa fırlattı. Akşam olur olmaz adamın dükkanına gitmeye ve tenhada adamı tartaklamaya karar verdi. Karısı için başka planları vardı.

BEKİR

Zeytinliğin bir köşesinde kendi yer sofrasını kurmuş olan Bekir, ırgatların sandviçlerini dağıtan Sevim’i izliyordu. Bugün sandviçlerin içinde didiklenmiş tavuk eti vardı. Irgatların yemeklerini yıllardır eşi ve kızı hazırlardı. Bu sayede yemek için ayrılacak para ele gitmemiş oluyordu. Bekir’in sofrasında ise yine eşinin hazırladığı ona özel sefer tasları ışıldıyordu. Ekmek yemesi yasak olan Bekir memnuniyetsiz bir ifadeyle çatalını börülceye sapladı.

Neredeyse yetmiş yaşına gelmişti ama onu gören en fazla elli veya elli beş yaşında olduğunu söylerdi. Bu dış görünüşünü sağlıklı beslenmesine yorsa da herkes bilirdi ki bu gençliğin yegâne sebebi gamsızlığıydı. Kendini hiç kimse ya da hiçbir şey için yormazdı Bekir. Fütursuzluğu yüzünden ailesinin onu soktuğu işlerde dikiş tutturamamıştı. Kalfalık yapsın diye kasabadaki tek eczacının yanına verildiğinde askerden yeni dönmüştü. Eczacı ile yaka paça kavga etmesinin üzerine ağabeyi onu yanına almıştı. O gün bugündür yaptığı tek iş, zeytinlikte çalışacak ırgatlara işi öğretmek ve ırgatları gözetlemekti, o kadar. Ancak Bekir’e göre durum hiç de böyle değildi. Ağabeyi için gençliğini bu kasabada çürütmüş, ona yardım etmek için didinip durmuş ama bir türlü yaranamamıştı. Ağabeyi işleri kızına devretmişti. Kadın kısmına mal mülk emanet edilir miydi? Hem onca zeytinlikten bir tanesini onun üstüne yapsa ne olurdu ki? Bunları düşünüp kinlenirdi. Hele şu iki senedir kini daha da artmıştı. Sevim’i istediği gibi eğip bükemiyordu. Yıllarca ağabeyinden kaçırdığı paraların onda birini bile kaçıramaz olmuştu.

Börülcenin sonunu sıyıran Bekir kendi kendine, “Hakkım olanı vereydi ben de bu yaşta bu yollara başvurmak zorunda kalmazdım,” dedi.

MASKELİ KİŞİ

Bu akşam geç kalmıştı, farkındaydı. Sesleri uzaktan duymuştu ve sokağa döndüğü anda siniri bozulmuştu. Sokakta düğün vardı. Düğün yemeği için masalar tam da içi sağlam ama dışarıdan her an çökecek gibi duran tekinsiz evin kapısının önüne kurulmuştu. “Lanet olsun böyle tesadüfe!” diye homurdandı. Dikkat çekmeden bahçeye sızması mümkün olmayacaktı. Sanki tüm kasaba düğüne gelmişti. Kalabalık onu huzursuz ediyordu.

Düğün sofrasına ilişti. Karnının açlığını da o an fark etti ve kendisine getirilen düğün yemeğinden yemeye başladı. Sohbetlere katılır gibi yaptı, sorulan sorulara geçiştirme cevaplar verdi. Ortadaki tabakta kalan son üç parça böreği etraftakilere göstermeden bir peçeteye sardı.

Bu işin sonu nereye varacak?” diye düşündü. Kadın havaalanına ulaşırsa belki de her şey bitecek, mahvolacaktı. Gideceğini duyar duymaz aklına gelen ilk şey bu gidişi bir şekilde durdurması gerektiğiydi. Akşama kadar tüm hazırlığını yapmış, kaçırma işini planlamıştı ancak ötesini düşünmemişti. Şimdi ise ne yapacağını hiç bilmiyordu. Daha ne kadar böyle devam edebileceğini de. Öngörebildiği iki seçeneği vardı: ya kadını kurtaran kahraman olup bu işe bir son vermek ya da kendini bu işten sıyırmak için kadını öldürmek ki bu düşünce bile kanını dondurmaya yetiyordu. 

Açılmamış ayranlardan birini almak için uzanırken yalının bahçesini çevreleyen duvarlardan kısmen yıkık olan cephede bir karartı gördü. Biri yalının bahçesine atlıyordu. Başından aşağı kaynar sular döküldü. Kadın bağırsa da düğünün sesini bastıramazdı ama yalıya çok yaklaşan biri sesini duyabilirdi. Eğer uyanıksa… Uyku ilacının dozunu artırmakla belki de en doğru kararı vermişti. Davulcuya ters ters baktı, adam ne olduğunu anlamadan davula vurmaya devam etti.

Bu kadar kişinin arasında bahçeye girip duruma müdahale etmek çok riskliydi. Tek çaresi hiçbir şey yapmadan neler olacağını beklemekti.

NESRİN

Nesrin daldığı derin uykudan davul sesiyle uyandı. Uyandı ama on davul da çalsa yine uyuyabileceğini düşünüyordu. Başını kaldırmakta zorlanıyordu. Ayak bileğindeki yara mikrop kapmış olmalıydı, bileği zonkluyordu. Sabunlu çarşafların kokusunu artık alamıyordu. İçerisi küf ve idrar kokuyordu. Zorlukla ayağa kalktı. Zincirin izin verdiği son noktaya kadar yürüdü. Her adımda ayak bileğinden tüm vücuduna bir sancı yayılıyordu. Tüm gücüyle bağırdı, bağırdı ama sesi kendisine bile çok güçsüz gelmişti. Pes etti. Boşalan su şişelerini tahtaların çakıldığı pencereye doğru fırlatmaya başladı. Kimi tahtalardan kimi duvardan sekip geri döndü. Çıkarabildiği ses umutsuzluğun yankısı oldu. Olduğu yere, yarı toprak yarı beton zemine oturup kaldı. Ağlamaya başladı.

Tüm bunları hak ettim ben. Kalkıp buralara kadar gelmenin, Necati’nin güvenine ihanet etmenin bedeli bu. Allah’ım sana sığınıyorum, sen neler yaşadığımı biliyorsun.”

Necati’yi sevmemişti Nesrin. O tüm ömrünce sadece bir kişiyi sevmişti: Cahit’i. Aynı üniversiteye gitmişlerdi Cahit’le. O iki yıllık bir bölümde okurken Nesrin dört yıllıktaydı. İki yıl boyunca deli dolu bir aşk yaşamışlar, Cahit memleketine döndükten sonra bile uzak mesafe ilişkisine dönen aşklarından vazgeçmemişlerdi. Birbirleri için yaratıldıklarına inanıyorlardı. Cahit, Nesrin’i ailesinden geriye kalan son fertlerle tanıştırmak istiyordu. Nesrin, Hoşyalı’ya geldiğinde aşkları ilk darbesini yedi. Cahit’in ağabeyi ve yengesi Nesrin’e çok kötü davrandılar. İstenmediğini belli etmek için ellerinden gelen her türlü aşağılamayı sergilediler. Cahit, çok sevip saydığı ağabeyinin baskısına direndi. İkinci darbe Nesrin’in Elazığ’a atanmasıyla yaşandı. İşsiz, güçsüz Cahit neredeyse iki yıl Nesrin’i göremedi. O yaz ne olursa olsun Hoşyalı’ya gitmeye karar vermişti ki haberi başkasından duydu Nesrin. Cahit evleniyordu, bu haberle yıkıldı. Affedemedi Cahit’i ve bütün irtibatı kesti. Telefonlarına çıkmadı. Hayata küstü.

“Oysa Necati tüm bunları bile bile beni kabul etmişti. Neden bu bana yetmedi? Küllenen bir aşkı yeniden canlandırmanın ne alemi vardı?” diye düşünüyordu artık.  “Kahretsin!” diye bağırdı Nesrin. Ağlamaktan sesi çatallanmıştı.

Evliliğinin ikinci haftasındayken Cahit’le yeniden karşılaşmamış olsalar belki de tüm bunlar yaşanmayacaktı. Milyonlarca insanın yaşadığı İstanbul’da burun buruna gelmişlerdi. İkisi de donup kalmışlar, sonra dakikalarca sarılmışlardı. Nesrin’in tüm kini, öfkesi o sarılmayla sanki yok olmuştu. Bir yerde oturdular. Cahit ondan binlerce kez özür diledi. Ağabeyinin zor durumda kaldığını, Sevim’le evlenerek ağabeyinin borçlarını kapattıklarını ve karısını hiç sevmediğini anlattı. Birkaç saatliğine Türk filmi tadında bir kavuşma yaşadılar ve mecburiyetle gerçek hayata döndüler. Ancak söndü sanılan ateş yeniden canlanmıştı bir kere. Sık sık telefonlaşmaya başladılar. Cahit, İstanbul’a yeniden geldiğinde bir otel odasında buluştular. O gün bir daha ayrılamayacaklarını hissettiler ve gizli gizli buluşmaya devam ettiler.

Hoşyalı’da geçirdikleri zaman ise hem çok tutkulu hem de acı gerçekleri yüzlerine vurur gibiydi. Hele de Cahit’in karısıyla yüzleşmek… O gün otel odasına kadar gelen kadının isteğine ayak direse ve aşkına sahip çıksa da bu işin olmayacağını biliyordu. Doğacak bir bebeği babasından ayıramazdı. Cahit’e çok kızmıştı. Kendini aldatılmış hissettirmişti bebek haberi.  Sevim’e söz verdiği üzere bu bilgiyi Cahit’e söylememiş, sadece gitmek istediğini, daha fazla kocasını aldatamayacağını söylemişti. Oysa Necati umurunda bile değildi. Cahit ise ona inanmış görünmüyordu. “Beni sevdiğini ve asla başkasını sevemeyeceğini biliyorum. Çünkü ben de senden başkasını sevemedim,” demişti. Bu sözün üzerine Cahit’le yeniden sevişmişlerdi ki bu büyük hataydı.

Acaba Cahit kaçırıldığını öğrenmiş miydi? Polise haber vermiş olabilir miydi? Yoksa terk edildiğini düşünüp kaderine razı mı gelmişti?

Nesrin’i daldığı maziden çıkaran demir kapının ardından gelen sesler oldu. Seslere kulak kabartan kadın için karanlık mahzene bir umut ışığı doldu. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.

KÜBRA VE MEHMET

Kübra kasabanın en havalı kızlarından biriydi. İncecik beline kadar inen dalgalı saçlarını savurarak bir yürürdü ki kasabanın ne kadar delikanlısı varsa hepsinin yüreğini hoplatır, rüyalarını süslerdi. Ama onun gözü sadece bir kişiyi görüyordu.

Düğünde Mehmet ve Kübra’nın arasındaki kaçamak bakışmalar ve işaretleşmeleri kimse fark etmedi. Küçük yerlerin dedikodusu büyük olur. Gençlerin dedikoduya fırsat vermeye hiç niyeti yoktu. Çıkacak en ufak bir laf evlenme hayallerinin suya düşmesine sebep olurdu. Kübra’dan gelen mesajı bir kere daha okuyan Mehmet bu çağrıya cevap verirse büyük risk alacaklarını biliyordu ama gençlik mantık dinlemez. Usulca kalktı yerinden ve giydiği seksi elbisenin içinde oldukça tahrik edici görünen Kübra’nın peşinden yalıya gitti. Yalının arka tarafındaki kırık pencereden içeriye girdi. Karanlıktı. Gençler kavuşur kavuşmaz tutkuyla öpüşmeye başladılar. Mehmet cep telefonunun fenerini açtı ve kızın yüzüne tuttu. Kübra’nın elinden tutup onu yalının ahşap merdivenlerinden bodruma doğru sürükledi. Kübra’nın her kıvrımını görmek için can atarken fener ışığını kimsenin görmesini istemiyordu.  

Yalının her odasını avucunun içi gibi bilirdi Mehmet. Efkarlandığında ailesinden gizli içmeye de buraya gelirdi, Kübra’yla buluşmaya da. Hoşyalı’ya adını veren bu virane onların aşk yuvasıydı. Kübra’nın bedenine oturan elbisesinin askısını indirip omuzundan öpmeye başladığında Kübra kıkırdadı. Kız gerilmişti, kıkırdamalar gülüşmeye dönmüştü ki bir ses duydular. Derinden gelen bir ses. İkisinin de kanı çekildi bir anda. Kübra bir çığlık attı.

“Buranın hayaletli olduğunu söylerler,” dedi.

Mehmet hayaletlere inanmazdı. Elini Kübra’nın ağzına kapatıp sesi dinledi. Demir kapının ardından bir kadının yardım çağrısı geliyordu. Kübra da telefonunun fenerini açtı ve yavaşça kapıyı araladıklarında dehşete düştüler. Mehmet, kız arkadaşına gitmesini söyleyince zincire bağlanmış, perişan hâldeki kadın yalvarmaya başladı. Kadını tek başına kurtaramayacağını anlayan Mehmet, yardım getireceğini söyleyerek kadını ardında bıraktı. Geri döndüğünde yanında onlarca kişi vardı.

Zavallı kadını kurtarmak için seferber olan kasaba halkını gelen jandarma ekibi dağıttı. Askerlerin başındaki rütbeli, “Şimdi her yerde parmak ve ayak izleriniz var,” diye bağırarak herkesi azarlıyordu. Mehmet jandarmaya bilgi verirken ailesine görünmeden sigara içmek için yalıya girdiğini söyledi. Kübra’nın adı hiçbir kayıtta yer almadı.

HOŞYALI

Düğün için toplanmış halk düğünü çoktan unutmuştu. Haber tüm kasabaya ışık hızıyla yayılmış, düğüne katılmayanlar bile yalının önüne akın etmişti. Sakinliği ve renksizliğiyle bilinen hayatlarına bir heyecan gelmişti. Davulcu bile, bir tesadüf eseri esir tutulduğu mahzenden kurtarılan kadını izlemeye durmuştu. Herkes bir yandan konuşuyor, kadının kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. 

Sevim, Bekir amcasının koluna yapışmıştı. Kadının yanına koşmakla, tüm kasaba halkına ve karısına rezil olmak arasında tercih yapmaya çalışan Cahit ise onların arkasına gizlenmişti.  Üçü de bakışlarını bir dakika olsun kadının üzerinden ayırmamıştı. Sağlık ekiplerinden müsaade isteyen jandarma kadının kendisini kaçıranı tanıyıp tanımadığını öğrenmeye çalışıyorken kalabalığın içinden biri insanları yararak koşmaya başladı.

Necati karısının perişan hâlini görünce sendeledi. Kadının üzerine kapanıp ağlamaya başladı. Alkol kokuyordu. Nesrin kocasını görünce şaşırdı. Adama o ana kadar sarılmadığı kadar kuvvetle ve sevgiyle sarıldı. Necati o sarılışla tüm kırgınlığını, kıskançlığını ve öfkesini bir kenara bıraktı. Sevgilisi için kaçtığını düşündüğü karısının kaçırıldığına sevindi bile.

Sevim, kadını görür görmez kim olduğunu anladı. Günlerdir kalbine bir bıçak gibi saplanan acı yerini acımaya bıraktı. Bu kadının başına bela olacağına eminken kadının böyle bir belaya bulaşacağını asla tahmin edemezdi. Cahit’in önceki kaçamaklarına benzemiyordu bu kadın. Evet, bir kasabada kesesi en dolu olanın bilgi ağı da geniş olurdu. Evlendikleri günden beri Cahit’in onlarca kaçamağı olmuştu ancak bu kadının farkını kocasının mutlu yüz ifadesinden çözmüştü Sevim. Karnındaki iki aylık bebeğin mutluluğunu bile paylaşamamıştı kocasıyla. Aldırmasını isterse diye korkmuştu. Bakışlarını Cahit’e çevirdi ve Cahit’in suratına yayılmış buz gibi ifadeyi daha önce ne zaman gördüğünü hatırladı: ilk kavgalarında kocasına tokat attığında. Cahit yine tokat yemiş gibi bakıyordu.

Bekir, Cahit’in sevgilisini tanıyordu. Günler önce, zeytinlikten dönerken kadını Cahit’le birlikte görmüş, ırgatlardan ayrılıp onları gizlice izlemişti. Cahit kadının yanında mahcup bir ifadeyle, toy bir delikanlı gibi oturuyor ve hayranlıkla kadını seyrediyordu. İşte bu tesadüf uyanıklığıyla meşhur Bekir’e aradığı fırsatı vermişti. Bu alelade bir kaçamak değildi, bu aşktı ve Sevim’in kontrolü yitirmesini sağlayacak tek şey de kocasının onu terk etmesi olurdu. Hem boşanırlarsa Cahit’in ağabeyinin bir hükmü de kalmazdı. Bekir bu ateşi harlamak için yememiş içmemiş ertesi sabah Cahit’in dükkânında almıştı soluğu. Ona yalandan bir aşk hikâyesi uydurmuş, ömrünün bu uğurda heba olduğundan bahsetmişti. Vurdumduymaz hâllerinin hayatın ona vurduğu bu sille yüzünden olduğunu söylemişti. Sevmediği biriyle evli kalmanın, çocuk sahibi olmanın ne büyük eziyet olduğuna vurgular yaparak güya damatla dertleşmişti. Cahit’in peş peşe yaktığı sigaralar da onu istediği gibi manipüle edebildiğinin göstergesi olmuştu. Olmuştu olmasına da kadının Cahit’i bırakmak isteyeceğini hiç hesaba katmamıştı.

Cahit, sevdiği yegâne kadından gözlerini ayıramıyordu. Yalının bahçesine kurulan spot ışıkların parlaklığı kadının ne kadar zor zamanlar geçirdiğini gözler önüne seriyordu. O ipek saçlar tozdan ve kirden birbirine dolanmıştı, güzel yüzü çökmüş adeta yaşlanmıştı. Cahit kendini çok aciz ve kötü hissetti önce. Nesrin bu işin olmayacağını, artık başkalarına karşı sorumlu olduklarını söylediğinde öfkelenmemişti, tatili bitmeden gitmek istediğinde de… Her şeyi düzeltebileceğine inanıyordu. Bir çözüm olduğuna, Nesrin’i kalmaya ikna edeceğine ve sonsuza kadar mutlu olacaklarına… Ama Necati’nin kollarına sığınan Nesrin’i izledikçe büyük bir öfke duymaya başladı. Sevdiği kadını kurtaran o olmalıydı, Nesrin onun kollarına sığınmalıydı. Aşkları sonu mutlu biten bir roman olmalıydı. Herkesi ve olabilecekleri umursamadan sevdiği kadına doğru yürümeye başladı. Onu durduran ve geri dönüp kaçmaya başlamasına yol açan ise beyazlar içindeki bir adamın elinde tuttuğu ve her şeyin bittiğini Cahit’e ifade etmeye yeten delil torbası oldu.

Cahit sevdiği kadına, onu kapattığı mahzende acı çekmesin diye uyku ilacı katılmış suları hazırlarken eldiven kullanmamıştı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar