Başkomiserimin gür sesi bir kez daha duyulunca büroda bütün bakışlar bana çevrilmişti. Ben, biraz sonra yiyeceğim fırçayı düşünerek odaya doğru giderken diğerleri için eğlenceli dakikalar başlıyordu.
-I-
KİM BU CEMAL?
“Tolgaaa!”
Başka bir gün olsa Başkomiserimin bana bu denli bağıracağını, ismimi İstanbul Boğazı’ndan dolaşıp gelecek desibelde seslendireceğini düşünmezdim. Çok stresliydi bugünlerde. Beşliler cinayetlerinin beşinci kurbanının da otopsi raporları gelmişti ve sadece adamın -diğer dört cinayette olduğu gibi- eterle bayıltılıp sonra boğulduğunu öğrenmiştik.
‘Beşliler’ diye geçmişti gazetelere bu seri cinayetler; aslında ‘çifte cinayet’ ismiyle başlamıştı, her ay aynı şekilde öldürülmüş farklı meslek kollarından iş insanlarını buldukça, üçlüler, dörtlüler diye ilerlemişti ve şimdi beşlilere gelinmişti. Yedililer, onlular cinayetleri olmayacağına ise Başkomiserim Rıfat Alagöz dahil hiç kimse söz veremiyordu. İstanbul Emniyeti’nin cevval cinayet dedektifi, nam-ı diğer ‘katil kasabı’ amirim bile tıkanıp kalmıştı. Başkomiserim, lakabını katilleri doğradığı için almamıştı elbette. Savcılığa yolladığı adamlar, mahkemeye çıktığında uzunca bir hapis cezası alıyor ve çoğu içerideki işkenceli hayata katlanamayıp intihar ediyordu. Tabii bu, başta amirim olmak üzere bizim büronun titiz çalışmaları ve ortaya koyduğumuz birinci dereceden, somut deliller sayesinde oluyordu. Fakat gel gelelim ‘katil kasabı’ dahi çaresizdi bugünlerde, beşinci cinayetin üzerinden otuz altı saat geçmişti ve sanki hala ilk cinayetin üzerinde çalışıyor gibiydik.
Son olarak ünlü bir yazılım firmasının sahibi, maktul Kerim Hasan Turnacı eterle bayıltıldıktan sonra kafasına poşet geçirilerek boğulmuş ve cesedi metrelerce koli bandıyla sarılıp Yeni Kapı sahiline atılmıştı. Her bulduğumuz ceset koli bandından yapılma bir mumya gibiydi ve üzerinde tek bir parmak izi ya da DNA kalıntısı yoktu. Katil, iş insanlarını başka bir yerde öldürüp cesetlerini İstanbul’un farklı noktalarına bırakmasına rağmen çok titiz çalışıyor ve hiçbir açık vermiyordu.
“Tolgaaa!”
Başkomiserimin gür sesi bir kez daha duyulunca büroda bütün bakışlar bana çevrilmişti. Ben, biraz sonra yiyeceğim fırçayı düşünerek odaya doğru giderken diğerleri için eğlenceli dakikalar başlıyordu. Başkomiserin bana, pos bıyıklarının arasından pöfürdeye pöfürdeye çıkışmasını izlemekten ne zevk alıyorlardı bilmem. Kıskançlık seziyordum biraz, ne de olsa Başkomiserin sağ koluydum, o yüzden pek aldırmıyordum doğrusu.
Başkomiserim elindeki gazeteyi gösteriyor ve açtığı bir sayfaya elinin tersiyle çarparak hesap soruyordu: “Tolga, Allah’ını seversen söyle, bu adam cinayetlerin ayrıntılarını bizden önce nasıl öğreniyor?”
Sorusunda haklı bir yan vardı, o yüzden bana bugüne kadar bir baba gibi davranan bu adama kızamazdım. Bahsettiği yaman bir gazeteciydi. Hem de ne gazeteci! Detaylı olay yeri fotoğrafları daha bizim elimize ulaşamadan gazeteye basılmış oluyordu. Genellikle cesetler akşama doğru bulunuyor, olay yeri incelemeciler işlerini yaptıktan sonra fotoğraflar basılmak üzere bilgi işleme gidiyordu. Ertesi sabah da bilgisayarlarımıza düşmüş oluyordu. Fotoğrafların basılı halini en erken ertesi gün öğleden sonra alabiliyorduk. Fakat ne zaman sabah büroya gelsek ulusal bir gazetenin üçüncü sayfasında, Cemal Aksak imzalı bir yazıyla birlikte bizim cinayetin fotoğraflarını buluyorduk. Tabii gazeteye basılabilecek hallerini… Yer yer mozaiklenmiş, kapatılmış bazı fotoğraflar da basılıyordu fakat biz bunların arkasında nelerin olduğunu gayet iyi biliyorduk. Bu bir rutin haline gelmişti iyice. Aslında bunun, bana kalırsa bir tek sebebi vardı; özellikle ilk cinayetlerden sonra kimse çok fazla acelesi varmış gibi davranmıyordu. Mesai beşte bitiyor, kalan işler ertesi gün sekizden sonra hallediliyordu. Tabii bu arada gazeteci Cemal durmuyordu, nasıl yapıyor ediyorsa bizden önce bütün bilgilere, bütün fotoğraflara ulaşıyor, gazetesine gönderiyordu.
Herkesin aklına gelen, büronun içinde bir köstebek olması ihtimali, bizim de aklımıza geliyordu elbet. Bunu ne kadar uğraşsak da kanıtlayamamıştık. İşin kötü tarafı şuydu: bürodaki herkese birbirine köstebek gözüyle bakar olmuştu. Olay yeri incelemede çalışanlar ise ayrı bir zan altında kalıyordu.
“Şu adamı bir araştır Tolga!” diyerek fırçanın sonuna geldi Başkomiserim. Defalarca kurmuştu bu cümleyi ve ben de defalarca didiklemiştim bu adamın hayatını. Belki cinayete kurban gidenlerin hayatlarından daha fazla incelemiştim. Şöyle ki Cemal Aksak, kırk üç yaşında bekâr bir adamdı. Emekli, daha doğrusu iflas etmiş orta ölçekli bir iş insanı olan babasıyla birlikte Sarıyer’de yaşıyordu. Annesini yıllar önce kanserden kaybetmişti. İstanbul’da abisi Celal Aksak’tan başka bir akrabası yoktu. O da yıllarca babasının kahrını çekmiş, yaşlı adamın bakımını tamamen Cemal’e yükledikten sonra kariyerine odaklanmıştı. Şimdilerde özel bir bankada müdür olarak çalışıyordu. Cemal’den farklı olarak Celal evliydi ve bir kızı vardı.
Bekâr Cemal Aksak’ın babası ve gazeteden başka bir hayatı yoktu. Babasının ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, bulduğu bütün boşluklarda gazetede geçiriyordu vaktini. Hafta sonu, hafta içi, gece, gündüz hiç fark etmiyordu. Gazetede yatıp kalkıyordu, desem yeridir. Haliyle patronları da çok memnundu ondan. Toz kondurmuyorlardı muhabirlerine. Bir keresinde Başkomiserim gazetenin patronlarıyla görüşüp Cemal’in haberleri biraz hafiften almasını, polise biraz süre tanımasını bile istemişti fakat patronlar bu görüşmeyi de haber yapmışlardı ve günlerce manşet olmuştuk. En sonunda bizim büronun bulunduğu Fatih Emniyeti’nin en kıdemli adamı bir basın toplantısı düzenlemişti, özgür basından, haber alma ve yapma özgürlüğünden dem vurmuştu da rahat bir nefes almıştık.
Sonuçta Cemal Aksak’ın normal hayatından ve işkolik tabiatından başka bir bilgi yoktu elimizde. Katil cinayetlerini işliyor, Cemal haber yapıyor, biz de hem katili bulmaya hem de basının ve kamuoyunun baskısına karşı göğüs germeye çalışıyorduk. Böyle olması gerekiyormuş gibi! Ama olmayacaktı. Yarın Cemal Aksak’la görüşmeye gidecektim ve becerebilirsem bu işe bir son verecektim.
***
Fırça gibi dik saçları, top sakalı, yuvarlak suratı ve fıldır fıldır bakan gözleriyle tam bir gazeteciydi Cemal. Boynunda Nikon marka bir fotoğraf makinesiyle geziyordu her zaman. Bugün de ihmal etmemişti. Kısa boyluydu, anneannemin ‘kıçı yere yakınlardan korkacaksın’ sözünü hatırladım ister istemez.
Adam sanki emniyete paralel, sivil bir dedektif gibi çalışmak istiyordu. Çünkü sadece haber yapmıyordu, delillere, ayrıntılara ulaşıp cinayetleri çözmeye de çalışıyordu
Adam sanki emniyete paralel, sivil bir dedektif gibi çalışmak istiyordu. Çünkü sadece haber yapmıyordu, delillere, ayrıntılara ulaşıp cinayetleri çözmeye de çalışıyordu. Görüşme isteğimi gönülsüzce kabul etmişti. Benimle konuşmasının tek bir sebebi vardı bana kalırsa; ağzımdan laf almak istiyordu.
Selam, sabah ve yapmacık bir samimiyetle gerçekleşen tanışma faslının ardından söze önce o girdi. Ve bana kalırsa baya acemice davranıp ilk andan niyetini belli etti.
“Komiserim son cinayette, maktulün sol elinde bir alyans izi vardı fakat evinde yüzüğü bulamamıştınız, karısı da bilmiyordu. Ne oldu o yüzük, çıktı mı bir yerden?”
“Bunu sana söyleyemeyeceğimi biliyorsun Cemal,” dedim gereksiz bir samimiyetle. Aslında adamı kafa kola alıp biraz yavaşlamasını istiyordum.
“Hayır, hiçbir yerden çıkmadıysa katil yanında götürmüştür, diyecektim,” dedi Cemal yüzsüzce.
“Çıkmadı yüzük, evet haklısın, katil götürdü belki. Ya da ne bileyim maktul karısını aldatıyordu da metresinin evinde unuttu yüzüğünü.” Bunlar seni ilgilendirmiyor demeye çalışmıştım kibarca.
Fakat o, “Hadi be! Bu benim hiç aklıma gelmedi bakın,” dedi pişkin pişkin.
“Senin aklına gelmeyecek ne çok ihtimal üzerinde duruyoruz, ne adamları içeri alıyoruz, kimleri sorguluyoruz bir bilsen!”
“Evet, bilmek isterim aslında Tolga Komiserim,” dedi bu sefer, bu adamın suratının astarı yoktu, belliydi.
Fazla uzatmak istemedim sözü, ben de asıl niyetimi belli etmek istiyordum artık. “Bütün o fotoğraflara,” diye başladım söze, “bizden önce nasıl ulaşıyorsun? Sen bana bunu söyle, ben de sana istediklerini veririm belki. Ha inandırıcı ol ama lütfen!”
“Çok basit komiserim. Olay yerine bütün habercilerden önce ben gidiyorum. İlk fotoğrafları ben çekiyorum.”
“Onu biliyoruz, cinayetlerden, yerden, zamandan nasıl haberin oluyor diye soruyorum esas!”
“Ha o mu? Komiserim, katili elime verseniz bunu söyleyemem size!”
Son sözü bunlar oldu Cemal’in. Yok, yok oracıkta silahımı çekip vurmadım adamı, içimden gelmedi değil ama bu kısır diyalogdaki son sözleri gerçekten bunlar oldu. Çünkü telefon gelmişti; Başkomiserim merkeze çağırıyordu beni. Hem de çok acil!
-II-
KATİLDEN POSTA
Merkeze geldiğimde Başkomiserim köpürüyordu yine. Beni kapıda görünce ceketinin eteklerini savura savura yanıma kadar geldi. “Neredesin Tolga, saat kaç?” diye sordu kol saatine vura vura.
“Amirim…” diyebildim sadece. Sözüm yarım kaldı.
“Sen yokken neler oldu, haberin yok tabii!” dedi tepkiyle. Sonra doğru sözleri bulmaya çalışıyormuş gibi biraz durdu. “Hayır, tam sana ihtiyacım olduğu zaman, neden kaybolursun ki!”
“Cemal’le görüşmeye gitmiştim Başkomiserim.”
İri, siyah gözleri şaşkınlıkla biraz daha büyüdü, biraz daha karardı sanki. “Bizim Cemal’le? Gazeteciyle…” diye sordu.
“Evet, amirim,” dedim korkarak, yanlış bir şey yaptığımı düşünmeye başlamıştım. Alnımda inci gibi ter damlaları birikiyordu kesin.
“Güzel, sana anlattı mı bir şeyler bari?”
Sınıyor muydu beni? Kaygım biraz daha arttı, yüzüm alev alev yanmaya başlamıştı. “Yani köstebeğini sordum ama…” diyebildim sadece.
“Bir şey söylemedi değil mi?”
“Fırsat olmadı amirim, siz arayınca…”
“Söylemedi yani!”
Sınav devam ediyordu. “Söylemedi amirim,” diyerek cevapladım sorusunu, gözlerimi kısmıştım tokat yemek üzere olan bir çocuk gibi.
“Saf oğlum!” dedi, yanağıma hafif hafif vurdu ve sonunda ağzındaki baklayı çıkardı. “Köstebek falan yok da ondan söylemedi. Katil Cemal’in ta kendisi zaten!”
Şimdi şaşırma sırası bendeydi. “Nasıl yani?” diye sordum.
“Kriminalden telefon geldi. Son maktulün üzerine sarılmış koli bandında Cemal’in parmak izleri varmış.”
“İnanamıyorum buna, nasıl yani bütün o iş insanlarını…”
“Evet, Cemal öldürmüş gibi duruyor. Ama yine de emin olamayız biliyorsun. Cemal, baş şüphelimiz, diyelim.”
“Nerede şimdi? Kendisi mi gelecek?”
“Ha söyledim baş şüphelisin diye, tıpış tıpış gelecek. Ekip çıkardık Tolga, gazeteye geçmiş senden sonra demek ki, oradan almışlar, yoldalar.”
“Anlaşıldı amirim!”
Anlaşıldı demiştim ama bir türlü anlayamıyordum. Ne yani Cemal bütün o insanları öldürmüş, hiç iz bırakmadan cesetlerini oraya buraya atmış sonra olay yeri fotoğraflarını çekip kendi cinayetler silsilesini haber mi yapmıştı? Katillerin cinayet soruşturmasını dışarıdan izlemeye çalıştıklarını, gözlerinin emniyette olduğunu görmüştüm de bu kadar içinde olanını görmemiştim.
Bana sorduğu yüzük, daha doğrusu yüzükler onda mıydı şimdi? Çünkü beş maktulde de ortak bir nokta vardı, katil evlilik yüzüklerini topluyordu, Cemal’e söylememiştim ama biz biliyorduk. Cemal bunun farkındaydı da kasten mi sormuştu? Aklımla mı oynuyordu?
İşin iyi tarafı, koli bandında bulunan parmak izi aylardır yapmak istediğimiz bir şeyi bize vermişti. Cemal’in evini, bilgisayarını, iş yerindeki ofisini ve cep telefonunu inceleme şansını… Aslında bunu düşünürken amacımız köstebeği bulmaktı. Belki de şimdi Cemal’i cinayetlere bağlayan delillere ulaşacaktık.
Ben masamda çökmüş –gerçekten ruhen ve maddeten çökmüş, yenilmiş hissediyordum- bunları düşünürken uzaktan Başkomiserimin sesini duydum yine.
“Savcılıktan izin çıkmış. Bilişimden Necmi ve olay yeri inceleme ekibi Cemal’in evine gitsin. Biz burada Tolga ile sorguya gireceğiz. Hadi bakalım, iş başına!”
Bunları söyledikten sonra bana doğru yöneldi, hemen kalkıp üstümü başımı, saçlarımı düzelttim. Çöktüğüm belli olmasın istiyordum. “Başkomiserim, on dakika içinde burada olurlarmış. Malum gazete Sarıyer’de, bu trafikte ancak gelirler.”
Başkomiserim fevri adamdır ama çabuk sakinleşir. Bu kez de öyle oldu. “Tamam, Tolga” deyip odasına geçti.
***
Yarım saat sonra Cemal Aksak yine karşımdaydı. Soru işaretleriyle doluydu bakışları, biraz da endişeliydi sanki. Fakat bunu yüzündeki o ukala sırıtışın arkasına gizlemişti. Ben yine de görebiliyordum.
Başkomiserim adamın yüzüne bile bakmadan söze girdi. “Buraya kadarmış yaman gazeteci. Kendi haberini kendisi yaratan, başımızın belası, desem daha mı doğru olur?”
Cemal, “Ne dediğinizi anlamıyorum,” dese de Başkomiserim üstüne gitmeye kararlıydı.
“Bal gibi anlıyorsun,” dedi, sonra önündeki dosyayı gösterip “Bak burada ne yazıyor?” diye sordu. Cemal’den ses çıkmayınca devam etti, “Parmak izinin maktulün üzerinde ne işi vardı acaba? Hiç iz bırakmadığını düşünüyordun değil mi? Yalancının mumu yatsıya kadar, Cemal Efendi!”
Cemal’in o pişkin, profesyonel tarzından eser kalmamıştı şimdi. Neredeyse kekeleyerek konuşuyordu. “Amirim düşündüğünüz gibi değil, yani… Yani, ben anlamıyorum, ne parmak izi? Nasıl çıktı ki? Ben sadece haber yapıyorum. Tamam, biraz üstüne gitmiş olabilirim işin, kafaya takmış olabilirim ama bizim meslek böyle!”
Amirim sert çıktı, “Başlatma lan mesleğine!” Sonra bir anda hiç beklemediğim kadar yumuşadı. “Adam gibi anlat o zaman! Maktulün sarılı olduğu koli bandında ne işi vardı parmak izinin?”
Cemal, Başkomiserimin yumuşadığını anlamıştı. Bu adamın karşısındaki insanın ruh halini tahlil etme gücü kesinlikle çok yüksekti. Oturduğu sandalyede dikleşip öne doğru eğildi, bir sır açıklar gibi konuşmaya başladı. “Ha amirim onu diyorsunuz. Ben geçen gün hiç yapmayacağım bir şey yaptım. Olay yerine yakın olduğum için polisten önce ulaşmıştım. Cesedi buldum ve uygun açıdan poz alabilmek için biraz kıpırdattım. Baş kısmı çalıların arasında kalıyordu. Dokunmuş bulundum yani. Biliyorum hiç profesyonelce değil ama…”
Başkomiserim ayağa kalktı bir anda, heybetli gövdesini Cemal’e doğru eğip “Salak mı var lan senin karşında!” diye bağırdı. “Kimi kandırıyorsun sen? Yok, kıpırdatmış da, yok, dokunmuş da bilmem ne!” Sonra bana döndü, “Tolga al bunu götür karşımdan.”
Ben hareketlendiğim anda Cemal yalvarır gibi konuşmaya, daha doğrusu haykırmaya başladı. “Amirim, doğru söylüyorum! Bakın başka bir şey bulamazsınız, beni cinayetlere bağlayan tek bir şey bulamazsınız. İzin verin yardım edeyim. Her şeyi anlatayım size baştan. Çünkü katil hala dışarıda ve kalıbımı basarım ki yeni kurbanının peşinde!”
Başkomiserim hiçbir şey söylemedi. Eliyle, oturt şu adamı, işareti yaptı bana. Cemal bu sessizlikten cesaret alıp konuşmaya devam etti.
“Her şey ilk cinayetle başladı. Yani, şu Berat Çelik… Cesedini Beyoğlu’nda bir parkta bulmuştunuz. Siz onu bulmadan önce bana isimsiz bir adresten elektronik posta geldi. Gece çekilmişti. Sabah beş gibi fark ettim, telefonuma gelen diğer mesajlara uyanmıştım. Neyse e-postada cesedin yeri, durumu, her şeyi vardı, her şeyi açıklıyordu. Aldırmadım, şaka diye düşündüm. Fakat sabah kalkar kalkmaz, yolumun üstündeki o parka uğrama düşüncesi geldi aklıma. Gittim, bir de ne göreyim, sizinkiler parkı çevirmiş. Mesajda yazanlar birebir karşımda. Koli bandına sarılı bir ceset, çocukların oynadığı kum havuzundaydı. İlk fotoğrafları da o gün çektim.”
Başkomiserim yine köpürmüştü. Elini alnına vurup “Ulan aptal mısın yoksa çakal mısın anlamadım?” dedi.
“Neden amirim?”
“Lan, bırak, bir de neden diyor hala! Lan geri zekalı, gece geldi e-posta diyorsun. Biz cesedi sabah bulduk. Hiç düşünemedin mi bunu? Katil göndermiş o mesajları sana!”
Başkomiserim durdu bir anda, sonra yine bana döndü. “Şunu al önümden Tolga, daha fazla dinlemek istemiyorum!”
***
O mesajı gerçekten katil mi göndermişti? Yoksa Cemal’in uydurması mıydı bunlar? Anlamanın bir tek yolu vardı. Necmi’nin incelemelerini bitirmesini beklemek… Bilişimci Necmi ve OYİ ekibi çoktan dönmüştü Cemal’in evinden. Ben ve Başkomiserim, bilişimin küçük odasında birer sandalyeye çökmüş, Necmi’nin hızlı hızlı klavyeyi tuşlayan ellerini izliyorduk.
En sonunda “Ulaştım amirim,” deyip bize döndü. “Gerçekten de bir e-posta gelmiş Cemal’e, gece saat 01.51’de. Katilden geldiği kesin, bakın ne diyor?”
Üçümüz de Necmi’nin açtığı mesaja odaklandık.
“…Sana bir paketim var. Görünce anlayacaksın. Verdiğim adresi kaydet hemen. Polis kimliğini soruşturacak ölü hali daha iyi olan adamın. Ben sana söyleyeyim baştan. Berat Çelik, 52 yaşında, yapı malzemeleri satıyor şimdilerde, satıyordu daha doğrusu, bu hale gelmeden önce…”
“Katilden geldiği besbelli de neden polise gitmedi bu adam? Çıldırmamak içten değil!” dedi Başkomiserim, burnundan soluyordu yine. Sonra bana dönüp “OYİ ekibi evden yüzüklerin çıkmadığına emin değil mi Tolga?” diye sordu.
“Eminler amirim. Bizim Adnan Komiser vardı başlarında. Giderlerken özellikle söyledim.”
“Gazetedeki ofisinde saklamıyorsa ben de ne olayım! Oraya da mı bir arama emri çıkarsak?”
“Çıkardık bile amirim.”
“Şimdi mi söylüyorsun bunu bana?”
“Amirim, haberiniz vardır diye düşünmüştüm. Adnan ve ekibi orada şu anda…”
“Güzel… Neyse şu Berat Çelik’e dönelim. Tahmini ölüm saati neydi bir baksana Tolga.”
“Gece 1 ve 3 arası amirim.”
“Zamanlama tutuyor. Cemal ya doğru söylüyor ya da cinayeti işledikten sonra farklı bir adresten bu e-postayı kendisine o yolladı.”
Başkomiserim ayaklanıp Necmi’nin yanına geçti. “Mesajı gönderenin izini süremiyor muyuz?” diye sordu.
Necmi bilgiç bir ifadeyle sırıtıp, gözlüklerinin üstünden amirime baktı. “Sürebiliriz amirim. IP adresine ulaşmam zor değil, ama…”
“Aması ne Necmi? Adamı çatlatma!”
“Amirim bu derece dikkatli bir adam evindeki internetten gönderecek değil bu e-postaları herhalde! Yani ben öyle düşünüyorum.”
“Başka bir internet bağlantısı kullanınca IP adresi değişir mi?”
“Elbette başkomiserim. Hatta belki IP numarasını gizlemiş bile olabilir. Bir bakayım ben hemen de ona göre konuşalım.”
Necmi’nin elleri yine klavyenin üzerinde fırtına gibi gidip gelmeye başladı. Bir dakika bile geçmeden “Aynen tahmin ettiğim gibi,” dedi, “IP adresi gizli.”
İkinci cinayeti anlatıyordu burada katil ve maktullere düşmanlığı olduğu belliydi. Sırasıyla bütün mesajları okuduk, benzer sözler, benzer tanımlamalar vardı. Cesetlerin bulunduğu adresler tam olarak doğru belirtilmişti.
Başkomiserim sinirlenmişti yine. Ayağa kalkıp kendi etrafında bir kez dönüp seyrek, uzun saçlarını karıştırdı. “Ne olacak şimdi?” diye sordu.
“Amirim isterseniz diğer cinayetlerden önce gelen mesajlara da bakalım.”
“Bakalım da bu orospu çocuğu bu kadar gizleyebiliyorsa kendini, şimdilik Cemal’in doğru söylediğini düşünmekten başka çaremiz yok!”
Diğer cinayetlerden önce gelen e-postalar da ilkine benzerdi. Cinayet zamanına denk gelen mesajlar, kesinlikle polis cesetleri bulmadan önce gönderilmişlerdi.
“…Süleyman Yeken’i bulacaksın, belirttiğim adreste, sana bir kıyağım daha olsun bu. Polis araştıracak kimliğini, ben sana baştan söyleyeyim yine, 54 yaşında, sarf malzemeleri şirketi olan evli bir kansız, bir şerefsiz…”
İkinci cinayeti anlatıyordu burada katil ve maktullere düşmanlığı olduğu belliydi. Sırasıyla bütün mesajları okuduk, benzer sözler, benzer tanımlamalar vardı. Cesetlerin bulunduğu adresler tam olarak doğru belirtilmişti.
“…Ali İmran Bükük, Beykoz sahilinde bulacaksın, bu sefer çok zahmete girdim. Kimliğine gelelim, 53 yaşında, fabrikatör, inşaat malzemeleri üreten bir fabrikası var, hani şu ünlü marka. Matah bir soyadı varmış gibi bir de ismini vermiş, ‘Bükük Çimento’, hala gülüyorum…”
“…Kamil Atak, ismi gibi atak bir hıyar! Diş protezi üretme işine girmiş… 57 yaşına gelmiş, yeter yaşadığı. Adresi iyi yaz, çetrefilli biraz… Ama değdi inan!”
“…Kerim Hasan Turnacı, yazılım şirketi var. 59 yaşına gelmiş ibne! Bu sefer kolay bir yere bıraktım. Yeni Kapı’da, söylediğim sahil üstü restoranın adını iyi kaydet, yakınlarda bulacaksın…”
Başkomiserim mesajları okuduktan sonra, “O Cemal ibnesini odama getirin,” deyip çıktı odadan. Necmi ve ben birbirimize bakıp kalmıştık çünkü Başkomiser bütün hırsını Cemal’den çıkaracak gibi görünüyordu.
-III-
GEÇMİŞTEN GELEN
Cemal’i tekrar sorguya aldık. Bir bir her şeyi anlattı, yeminler etti, çok pişman olduğunu söyledi. E-postaların katilden geldiğinin farkındaymış, kendisini mesleki bir hırsa kaptırmış, bir de heyecandan kaynaklanan adrenalinin tuzağına düşmüş. Kendisini yürek zıplatan bir oyunun içinde hissetmiş, mesleki doyum yaşamış. Patronlarının pohpohlamalarına, aldığı ikramiyelere kaptırmış kendini. Aynen onun ifadeleri bunlar. Bu kadar abartılı duyguları bir arada yaşadığını bilseydim üstüne fazla gitmezdim belki adamın. Bir an böyle düşündüm çünkü o kadar inandırıcı, o kadar sahici görünüyordu.
Ertesi gün tekrar merkeze geldiğimde Cemal, nezarethanede 24 saati devirmek üzereydi. Onu cinayet soruşturmasını engelleme suçlamasıyla içeride tutuyorduk. Şimdilik! Cemal’in iş yerindeki ofisini de aradık, bulmayı umduğumuz yüzükler orada değildi. Başkomiserim bu sefer Cemal’in yüzükler için özel bir banka kasası kiralamış olabileceğini düşündü, bu yüzden bütün finansal kayıtlarını gözden geçirdik. Hiçbir iz, hiçbir garip hareket yoktu. Cep telefonunu incelediğimizde son altı ay içerisinde abisi ve patronlarından başka hiç kimseyle görüşmediğini anladık. Cemal gelen hiçbir harici aramaya cevap vermemiş ve son zamanlarda tamamen bu işe odaklanmıştı. Katilden e-posta geliyordu, o gidip fotoğraflarını çekip yazısını hazırlıyordu, o kadar.
Son cesette bulunan, koli bandının üzerindeki parmak izi haricinde Cemal’i cinayetlere bağlayan tek bir ipucu yoktu. Biz ne kadar inanmak istemesek de bunun için de bir gerekçesi vardı Cemal’in. Ayrıca parmak izi cesedin üzerinde değildi, koli bandının üzerindeydi. Bu delille savcılığa gitsek ve Cemal mahkemeye çıksa, avukatı rahatlıkla ikinci dereceden bir kanıt olarak saydırabilirdi bunu.
Elimiz kolumuz bağlanmıştı resmen. Bu beş iş insanıyla ortak noktaları olan, ortak düşmanları olan biri veya birilerini çoktan aramıştık, aramaya da devam ediyorduk. Fakat yoktu böyle birileri. Bir kere adamlar birbiriyle tamamen alakasız sektörlerde çalışıyordu. Birbirlerini tanımıyorlardı bile, birlikte iş de yapmamışlardı. Katilin Cemal’e göndermiş olduğu ya da Cemal’in kendi kendisine göndermiş olabileceği e-postaları okuyorduk çaresizce. Mesajların çıktısını almıştık ve okuyorduk, baştan, tekrar baştan…
En sonunda katilin kurbanlardan bahsetme şekli dikkatimi çekti, hemen altlarını çizip Başkomiserime de gösterdim.
“…Sana bir paketim var. Görünce anlayacaksın. Verdiğim adresi kaydet hemen. Polis kimliğini soruşturacak ölü hali daha iyi olan adamın. Ben sana söyleyeyim baştan. Berat Çelik, 52 yaşında, yapı malzemeleri satıyor şimdilerde, satıyordu daha doğrusu, bu hale gelmeden önce…”
“…Kamil Atak, ismi gibi atak bir hıyar! Diş protezi üretme işine girmiş… 57 yaşına gelmiş, yeter yaşadığı. Adresi iyi yaz, çetrefilli biraz… Ama değdi inan!”
“…Kerim Hasan Turnacı, yazılım şirketi var. 59 yaşına gelmiş ibne! Bu sefer kolay bir yere bıraktım. Yenikapı’da, söylediğim sahil üstü restoranın adını iyi kaydet, yakınlarda bulacaksın…”
“Evet, Tolga haklı olabilirsin,” dedi Başkomiserim. “Adamları daha önceden tanıyormuş gibi konuşmuş.”
“Geçmişten gelen bir düşmanlık sanki… ‘Yeter yaşadığı’ diyor mesela Kamil Atak için.”
“Cemal’in bu adamlarla bir işi olabilir mi sence?” diye sordu amirim. Yakaladığım noktayı sevmişti.
“Cemal o kadar genç değil,” dedim. Sonra bir anda bir ışık belirdi kafamın içinde. Denklemi çözmeye yaklaşan profesör gibi hissettim kendimi. “Cemal’in değil ama belki babasının işi vardı bu adamlarla.”
“Nasıl yani?”
“Cemal’i araştırırken görmüştüm. Babası iflas eden bir müteahhitmiş. Bir iş insanıymış sonuçta.”
“Al işte,” dedi amirim, “Cemal Efendi yine karşımızda!”
Bundan sonra yapacaklarımız belliydi. Cemal’in, babasının ve ailesinin geçmişini didik didik edecektik. Bu konuda Necmi’ye çok iş düşüyordu.
***
Cemal’in babasının finansal kayıtlarına ulaştık hemen. ‘Aksak İnşaat ve Yapı Denetim Limited Şirketi’ bundan otuz yıl önce kurulmuş. Şirketin tek sorumlusu Cemal’in babası, Nurullah Aksak… Ufak tefek inşaatlarla başlamışlar, daha çok Fatih’te çalışmışlar. Zaman içinde şirket büyümüş ve haliyle borçlanmaya başlamış. Nurullah Aksak yedi sekiz sene iyi idare etmiş işleri, sonrasında çöküş başlamış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı bir ihaleye girmişler en son, kaybetmişler. İhaleyi kazanan –birinci çinko demiştik bunu gördüğümüzde- ‘Çelik İnşaat ve Yapı Denetim…’ Şirketin tek sorumlusu var, ilk kurban, Berat Çelik. Bu şirket de sonradan batmış ve Berat Çelik yapı malzemeleri işine girmiş.
Bingo!
Bunları bulduktan sonra, Nurullah Aksak’ın tıkandığı, borç batağına sürüklendiği yıllara odaklandık. Mesela bir yazılım firmasına borçlanmış, icralık olmuş, sahibi Kerim Hasan Turnacı.
İkinci çinko!
Adamın borçlanıp borcunu ödeyemediği firmalar tek tek çıktı karşımıza bundan sonra, tombala yapmak zor olmadı.
‘Yeken Sarf Malzemeleri’, ‘Bükük Çimento’, ‘Atak Kimya’, ‘Elibol Mermercilik’…
Bir şey vardı, buradaki son isim yabancıydı, maktuller arasında soyadı ‘Elibol’ olan kimse yoktu. Şirketin sahibini araştırdık biz de. Nurettin Elibol ismine ulaştık. Adam hala yaşıyordu ve Afyon’dan getirdiği mermeri inşaat şirketlerine perakende olarak satmaya devam ediyordu.
Şimdi bir soru vardı aklımızda, Nurettin Elibol tehlikede miydi? Katil Cemal ise güvende olduğunu düşünebilirdik, peki ya o değilse?
-IV-
SEBEPLER
Nurettin Elibol’un iş yeri Aksaray Üçler Sanayi Sitesi’ndeydi. Başkomiserimin Volvo’suna atlayıp yola çıktık, arkamızda bir ekip de bizi takip ediyordu. Aksaray Polis Merkezi’nden bir ekip sanayi sitesinin bulunduğu bölgeye çoktan ulaşmış bizim gelmemizi bekliyorlardı. Karagümrük’teki Fatih İlçe Emniyet Müdürlüğünden varacağımız yere nereden bakılırsa kırk dakikalık bir yolumuz vardı. İstanbul’un akşam trafiği de hesaba katılacak olursa daha da uzun sürebilirdi yolculuğumuz. Cemal’e gelen e-postaları okurken merkezde akşamı etmiştik resmen. Şimdi çok geç kalmamış olmayı umut ediyor, bir cesetle daha karşılaşmak istemiyorduk. Bir yanım Cemal’in katil çıkmasını diliyordu. Çünkü bütün o iş insanlarının yıllarca biriktirilen bir kine kurban gittiklerini düşünüyordum. Elimde olur olmaz, onlar için üzülüyordum. Çok eskiden yaşanmış garip bir ticari rekabetin, bir alacak verecek davasının kurbanı olmuşlar gibi duruyordu. Onlara diş bileyen katilleri bunca zaman dışarıdaydı ve sırasıyla canlarını alacağı günü bekliyordu. Bir canı daha bu yolda kaybetmek acı verecekti bana, büyük bir haksızlık olacaktı bu.
Sanayi sitesine girdik, bir tarafta otomobil tamircileri vardı, hemen bitiminde yedek parçacılar. Diğer blokta mobilyacılar, metal doğramacılar ve nihayet mermerciler sıralanıyordu. Sanayi’nin en ücra köşesinde bulduk Nurettin Elibol’un dükkanını. Birer gecekonduya benzeyen iki yapıdan ibaretti dükkan. Dükkanlar kompleksi gibi… Kocaman bir tabelada kırmızı harflerle ‘Elibol Mermercilik’ yazıyordu. Dükkanların etrafı büyük bir bahçe duvarıyla çevriliydi ve içeriye arabayla girebiliyordunuz. Büyük mermer blokların önünde durduk. Bahçede tek bir araba vardı; kırmızı bir Nissan Micra… Plakasını hemen kaydettim. Sağ taraftaki küçük dükkandan sesler geliyordu. Burası atölye olmalıydı, mermere şekil verilen, kesip biçilen yer. Ortadaki büyük dükkan merkez olarak kullanılıyordu herhalde. Önü daha açık, içerisi daha düzenli görünüyordu. Başkomiserim ve ben telsizlerimizin sesini kısıp içeri girdik. Girişte küçük bir masa, önünde iki plastik sandalye, masanın üzerindeyse eski bir bilgisayar vardı. Burası muhasebecinin yeri olmalıydı. Arka tarafta bir merdiven kıvrıla kıvrıla yukarı çıkıyordu.
Başkomiserim ve dışarıdaki ekipten çağırdığımız bir polis memuru yukarı çıktı yavaş adımlarla. Ben de merdivenin arkasında kalan sahanlığı ve dışarıya açılan arka kapıyı kontrol edecektim. Bir çay ocağı ve tuvaletler vardı arkada. Ve hiç kimse yoktu. Bu dikkat çekiciydi işte. Neden kimse yoktu? Dükkandaki malzemelerin çalınma riski olmadığından mı? Bir mermer blok nereden bakılırsa bir ton çekerdi herhalde. Ya da daha başka bir sebebi mi vardı bunun? Katil buraya çoktan uğramış mıydı? Bütün çalışanları ve Nurettin Elibol’u eterle bayıltıp götürmüş müydü? Yok artık!
Yanıma bir polis memuru alıp atölyeye geçtim hemen. Birkaç işçi büyük ve gürültülü makinelerin önünde çalışıyordu. Seslendim, ilk başta duymadılar, yanlarına gittiğimde beni fark edip makineleri kapattılar.
“Buyurun,” dedi içlerinden bir tanesi.
“Nurettin Bey’e bakmıştım.”
“Odasındadır abi o.”
“Nerede odası?”
“Diğer binada, üst katta…”
Tam da tahmin ettiğim gibiydi her şey. Başkomiserim yukarıda Nurettin Elibol’la görüşüyor olmalıydı şimdi. Herhangi bir gariplik görmediğim için yanımdaki polis memurunu kapıda bırakıp ben de Başkomiserimin yanına çıktım. Merdivenleri tırmanırken sesler duymaya başladım, adamın biri konuşuyordu. “Dışarıdaki itlerini gönder,” diyordu. Pek hayra alamet konuşmalar değildi bunlar. Silahımı çekip yavaş adımlarla kapıya doğru yaklaştım. Camlı kapıdan içerideki her şey görülüyordu. Kısa boylu bir adam elindeki silahla Başkomiserimi, yanındaki polis memurunu ve koltuğunda oturan Nurettin Elibol’u esir almıştı.
“Dışarıdaki itlerini gönder diyorum sana! Kimsenin canı yanmasın!” diyordu adam. Sırtı kapıya dönüktü. Böyle bir tedbirsizlik yaptığına göre acemi biri olmalıydı. Eli silah tutmayan biri… Kapı yarı aralıktı yavaşça itip açtım. Gıcırdama sesi bekliyordum ama gelmedi Allah’tan. Adamın arkasından yaklaşıp silahımı ensesine dayamam birkaç saniyemi aldı. Başkomiserim’le göz göze geldik o anda, aslında başından beri odaya girdiğimin farkındaydı ama adamın omuzlarının üstünden bana bakıp onu işkillendirmek istememişti.
En sonunda silahını yere attı adam, bana doğru dönmeden hemen kelepçeledim onu. Sonra kendime doğru döndürdüm. Bu yüzü, bu fırça saçları ben bir yerden hatırlıyordum ama nereden?
“Cemal’in abisi,” dedi Başkomiserim. Tabii ya Cemal’e benziyordu. Celal Aksak’tı bu.
Nurettin Elibol’u, bütün çalışanları ve Celal’i alıp merkeze doğru yola çıktık. Muhtemel katilimiz elimizdeydi artık. Elimizde olmayan tek şey sebeplerdi. Bizim aklımıza gelen birkaç muğlak sebep vardı ama ne kadarı doğruydu? Celal’i merkezde terlettiğimizde bunları da öğrenecektik.
***
Cemal’den farkı yoktu resmen bu adamın. Yine o ukala sırıtış, o çokbilmiş tavırlar ve gereksiz bir özgüven. Sorgu odasında ben ve Başkomiserim vardık sadece. Celal tam karşımızda… Küçük ayalı ellerini ve kısa kollarını masanın üzerine uzatmış bize bakıyordu. Çipil gözlerinden zeka fışkırıyordu bu adamın. Cemal’den farklı yanı buydu bana kalırsa. Cemal’in bakışları kurnazcaydı daha çok. Kurnazlıkla zekilik karıştırılır genelde ama ben ikisinin arasındaki farkı anlayacak kadar çok insan görmüştüm.
“Neden öldürdün o adamları?” diyerek söze girdi Başkomiserim. Celal de suçunu inkâr ederek başladı. Tam da beklediğim gibi gidiyordu her şey.
“Ben kimseyi öldürmedim!”
“Ne arıyordun Nurettin Elibol’un dükkanında o zaman? Üstelik elinde bir silahla!”
“Bir anlaşmazlık vardı aramızda.”
“Biz biliyoruz o anlaşmazlığı,” dedi amirim. “Yıllar öncesinden gelen bir anlaşmazlık. Baban öldürdüğün o adamlara ve Nurettin Elibol’a olan borçları yüzünden iflas etti değil mi?”
“Babamın bu adamlarla iş yaptığını hiç duymadım ben. Ama babamın batışının sebebi kendi aptallığıydı.”
Konuşacağı yoktu bu adamın, pervasız tavırları benim de canımı sıkmaya başlamıştı. Başkomiserim hiç beklemediğim bir şey yaptı, bana kamerayı kapattırdıktan sonra ayağa kalkıp okkalı bir tokat geçirdi Celal’in yüzüne. Daha önce hiç kimseye bunu yaptığını görmemiştim. Fakat Başkomiserimin canı burnuna gelmişti anlaşılan. Ne olacak, bir taraftan müdürlerin baskısı, bir taraftan basın, bir taraftan halk… Polis beceriksiz diyenler, burası Amerika’ya döndü diyenler, güvenliğimiz kalmadı diyenler… Sosyal medyası, yazılı, görsel basını, hepsi üstüne geliyordu amirimin.
Tokat’ı attıktan sonra koca ellerini masaya koyup bütün vücuduyla Celal’in üstüne eğildi. “Nurettin öyle demiyor ama!” dedi, “Diğerleri gibi sen de gebereceksin, demişsin adama!”
Bu yalandı aslında. Çünkü Nurettin Elibol’u konuşturmamıştık henüz. Ama bu meyanda bir konuşma geçtiğine neredeyse emindi Başkomiserim. Yani daha doğrusu bana öyle görünmüştü.
“Ne yapsaydım?” diye çözülmeye başladı Celal. “Annem o ibnelerin yüzünden öldü. O aptal babamın yüzünden… Kadın meme kanserinden öldü, inanabiliyor musunuz? Meme kanserinden! Kaç kadın ölmüştür bu hastalıktan bir araştırın bakalım. En fazla göğüsleri alınır kurtulurdu. O şerefsiz babam borçlarını bahane edip götürmedi kadını adam akıllı bir doktora. Hastalığı ilerledikçe ilerledi.”
“Ne yani anneni bu adamlar mı öldürdü şimdi?”
“Bir nevi öyle! O zamanlar üniversite öğrencisiydim. Babamın borçlu olduğu o şerefsizlerin kapısını defalarca çaldım. Babam bir şey yapmıyordu ama ben yapacaktım. Annemin canı için yalvardım onlara. Borçların ödenmesini biraz ertelemelerini istedim. Üniversiteyi bitirince ben öderim, diyesiye kadar gittim. İnanmadılar bana, yardım etmediler. Çocuk yerine koyup alay ettiler!”
“Bu zamana kadar neden bekledin peki? Yani daha önce de alabilirdin herhalde öcünü.”
“Yıllarca tuttum kendimi. Tedavi gördüm, unutmaya çalıştım. Evlenmiştim, bir kızım olmuştu. Fakat buraya kadarmış.”
“Evet, Celal,” dedi amirim, “Buraya kadarmış!”
Başından beri aradığımız yüzükleri Celal’in evinde bulduk. Onlardan bir anı, öcünü aldığının nişanesi olarak sakladığını söyledi yüzükleri. Garip bir hatıra anlayışı! Celal’in sorgusu, itirafı ve bunların yazıya dökülmesi derken akşamı etmiştik. Celal ve Cemal’i aynı hücreye koyup çıktık merkezden. Artık rahat bir nefes alabilirdik.
Ertesi gün geldiğimizde ikisinin de yüzünün yara bere içinde olduğunu gördük. Nöbetçi polis memurunun uyuduğu aralıkta dalaşmış iki kardeş. Celal ekip arabasıyla savcılığa götürülürken hala bağırıyordu Cemal’e. “Aptalsın sen, aptal! Sana o kadar şans verdim, batırdın yine, eline yüzüne bulaştırdın!” Senin yüzünden yakalandım diyordu aslında Celal. Kızıma iyi bak dese daha iyi olacaktı bana kalırsa.
Celal çıkarıldığı mahkemede yargılanıp ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Cemal ise ‘delilleri karartmak ve soruşturmayı engellemek’ suçlarından, cezası para cezasına çevrilmemek üzere beş yıl beş ay hapis cezasına çarptırıldı.
***
Ertesi gün telefonuma bilinmeyen bir numaradan mesaj geldi. Balattaki bir meyhanede olmamı istiyordu mesajı yazan. Cemal’e gelen e-postalar geldi aklıma. Ben de onun gibi merakıma yenik düşüp evime giden yol üzerindeki meyhaneye uğradım. Tanıdık bir ses geldi arka masalardan.
“Tolgaaa!”
Tabii ki Başkomiserimin sesiydi bu. Elinde bir büyük vardı ve havada sallıyordu.
“Bir kutlamayı hak ettik,” diyordu.