“Lütfen patron, bunu istemeyin benden.”
“Hadi ama Leyla, sen tuttuğunu koparan bir gazetecisin. Bu iş senin için çocuk oyuncağı.”
“İşimi ne kadar çok sevdiğimi ve bu uğurda neleri göze aldığımı sizden iyi bilen yoktur Kemal amca fakat bu istediğiniz…”
“Ne varmış istediğimde? Alt tarafı bir seri katille röportaj yapacaksın.”
“Onun sadece bir seri katil olmadığını siz de çok iyi biliyorsunuz.”
“Biliyorum elbette. Hülya senin ikiz kız kardeşin…”
“O artık benim hiçbir şeyim değil. Beş kişinin katili olduğunu öğrendiğim gün, sildim ben onu defterden.”
“İyi ya işte, bu işini daha da kolaylaştırır. Yabancı biri gibi gider, röportajını yapar, gelirsin. Sen profesyonel bir gazetecisin Leyla. İşinle özel hayatını birbirine karıştırmayacak kadar uzun zamandır bu meslektesin. Üstelik sen de çok iyi biliyorsun ki son krizden sonra gazete iflasın eşiğine geldi. Yükselişe geçmemiz için bomba gibi bir habere ihtiyacımız var. Anlayacağın, gazetenin itibarı senin kız kardeşinle yapacağın röportaja bağlı. Bizi ancak sen kurtarabilirsin. Ben her şeyi düşündüm. Röportaj beş bölümden oluşacak. Beş cinayet, beş hikaye… Bu haberden sonra gazete yok satacak. Hadi Leyla, göreyim seni. Zavallı patronunu yarı yolda bırakmayacaksın, değil mi?”
“Tamam Kemal amca, tamam… Kabul ediyorum. Gider, bir saatte röportajı yaparım, gerisine karışmam. Artık ondan sonra getireceğim bilgilerle ne yaparsanız yapın.”
“Üzgünüm ama o iş o kadar kolay değil. Önce Adana’ya gitmen gerekiyor. Korkarım röportajı bir saatte bitirmene de imkân yok.”
“Nedenmiş o?”
“Hülya son iki senedir Adana Adli Psikiyatri Hastanesi’nde tutuluyormuş. Hastanenin Başhekimi ile görüştüm. Hülya seninle röportaj yapmayı bir şartla kabul etmiş; her cinayetini ayrı bir günde anlatacakmış. Bu durumda, beş gün kız kardeşine katlanmak zorunda kalacaksın.”
“Kız kardeşin, deyip durmayın şuna! O pis katil benim kardeşim değil!”
“Anladım, anladım… Bırak şimdi bunu da hazırlan. İki saat sonra uçağın kalkacak. Oradaki adamım bir araçla seni havaalanından alıp Hülya’nın tutulduğu Adli Psikiyatri Hastanesine götürecek. Bugün röportaja başlamaya çalış. Beş gün boyunca kalacağın yer hazır. Acele etsen iyi olur.”
“İki saat mi? Fakat patron!..”
“Aaa, Leyla! Seni tanımasam, işten kaytarıyorsun, diyeceğim. Hadi ama kızım, yılın hatta yüzyılın röportajını yapacaksın, diyorum sana, sen hâlâ buradasın. Hadi hadi, yolun açık olsun.”
***
Leyla ve Hülya müsteşar bir baba ile mimar bir annenin ikiz kızlarıydılar. Doğdukları andan itibaren hayatları bolluk ve zenginlik içinde geçmişti. İkiz olmalarına rağmen iki kız kardeş birbirinden çok farklıydılar. Leyla ne kadar uysal, itaatkâr, başarılı ve çalışkansa, Hülya o kadar asi, inatçı, vurdumduymaz, başına buyruk, özgür ruhlu ve tembeldi. Leyla ufak şeylerden mutlu olurken, Hülya doyumsuzluğuyla hep daha fazlasını isterdi. Sorunlu bir çocuktu. İlkokul çağında arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle yaşadığı geçimsizliklerin yanı sıra, psikologların Kleptomani dedikleri bir hastalık yüzünden ailesine zor zamanlar yaşatmıştı. Maddi olarak hiçbir eksiği olmadığı halde arkadaşlarının eşyalarını çalıyor, yakalandığındaysa inkâra yelteniyor, bağırıp çağırıyor, ağlayarak kendini yerlere atıyordu. Birkaç yıl süren tedaviler ve annesiyle babasının çabaları sayesinde, bu utanç verici hastalıktan kurtulmuştu. Ardından gelen yıllarda Hülya’nın başarılı bir eğitim hayatı olmadığı halde nüfuzlu babaları sayesinde iki kız kardeşe eşit olanaklar sunulmuştu.
Liseden sonra Leyla eğitimini İngiltere’de tamamlamak istemiş, Hülya ise başarısız devam eden okul hayatına, babasının bağlantıları sayesinde Türkiye’de devam etmişti. Leyla’nın okulu bittikten sonra İngiltere’ye yerleşme kararı alması, iki genç kızın ister istemez kopmasına sebep olmuştu. Leyla her yaz ailesini ve kardeşini görmek için ülkeye gelirdi ve her seferinde zaten hiçbir zaman çok yakın olamadığı kardeşini, kendinden daha da uzaklaşmış bulurdu.
“Ne kadar yolumuz kaldı Mahmut?”
“Yarım saate kalmaz orada oluruz Leyla Hanım.”
Apar topar başlayan uçak yolculuğunun ardından sonunda Adana’ya gelmişti. Uçaktan indiğinden beri yüreğini sıkan o berbat his canını acıtıyordu. Kız kardeşiyle röportaj yapacaktı. “Aman ne güzel!” dedi, kinayeli bir ses tonuyla. Aracı kullanan şoförün dikiz aynasından gözlerini Leyla’ya dikerek, “Birşey mi istediniz Leyla Hanım?” demesiyle kendine geldi. Sesli düşündüğünün farkında değildi.
Kardeşinin bir seri katil olduğunu öğrendiği anı hatırladı. Yedi sene önceydi. Babasının çocukluk arkadaşı Kemal amcası aramıştı. Sesi titriyordu. Leyla kötü birşey olduğunu sezmişti fakat bir faciayla karşı karşıya olduğunu tahmin dahi etmemişti. Hülya gözaltına alınmıştı. Katil olmakla suçlanıyordu. Bu nasıl olurdu? Kardeşi belki biraz inatçıydı, dediğim dedikti, sevgisini pek göstermezdi, bazen kanaatsizdi, çoğu zaman sinir bozucu biri olabilirdi fakat o katil olamazdı. Hem de beş kişinin katili… Kemal amcasının vereceği kötü haberler bununla kalmıyordu. Hülya’nın tutuklandığını duyan babası kalp krizi geçirmişti. Ne yazık ki kurtarılamamıştı. Annesi yaşadıklarına dayanamayıp fenalaşmıştı ve hastanede, gözetim altında tutuluyordu.
Ülkeye döndüğünde kardeşi çoktan tutuklanmıştı. Bütün gazeteler Hülya’dan bahsediyordu; “Beş kişinin canına kıyan seri katil yakalandı!” Onu en son, yargılanmak üzere getirildiği adliyenin önünde görmüştü. Bileklerinden kelepçelenmiş vaziyette, zırhlı bir araçtan indiriliyordu. Yanına gitmek, sadece kurbanlarının değil babasının da katili olduğu için onun yüzüne tükürmek istemişti. O gün o adliyenin önünde, kız kardeşi onun için ölmüştü.
Hülya’nın hiçbir duruşmasına katılmamıştı. Kararı bile beklemeden annesini de yanına alıp İngiltere’ye geri dönmüştü. Aylar sonra Kemal amcasından, Hülya’nın akli dengesinin yerinde olmadığına karar verilerek, bir psikiyatri merkezine kapatıldığını öğrenmişti.
Aradan geçen yıllar acısını alamamıştı ama annesini almıştı. Annesi, Hülya’nın akıl hastalıkları hastanesine kapatılacağını öğrendikten kısa bir süre sonra amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Yıllarca tedavi görmüş fakat sonunda yenilmişti. Leyla artık kimsesizdi. Daha fazla İngiltere’de kalmak istemiyordu. Tam o esnada Kemal amcası Leyla’ya, yalnızlığını ve kimsesizliğini unutturacak bir teklif yapmıştı. Yeni bir gazete açmıştı ve gazetesinin kapıları Leyla’ya ardına kadar açıktı. O günden beri birlikte çalışıyorlardı.
Şimdiyse çok sevdiği Kemal amcası Leyla’dan, kız kardeşinin cinayetlerini haber yapmasını istiyordu. Ona karşı gelebilirdi, kapıyı vurup çıkabilirdi fakat yapamamıştı. Sebebini kendisi de bilmiyordu. Ya da aslında Hülya’yı görmek için can attığını, kendine bile itiraf edemiyordu.
“Geldik Leyla Hanım.”
Leyla daldığı düşüncelerden şoförün sesiyle sıyrıldı. İşte, kabus başlıyordu. Az sonra, yıllar önce hayatından da kalbinden de hafızasından da çıkarıp attığı kadınla karşı karşıya gelecekti. Ona yüz yıl gibi gelecek olan bu beş gün boyunca, Hülya’nın dehşet dolu cinayetlerini soğukkanlılıkla ve profesyonelce dinleyecekti.
***
“İkiz kardeşlerin birbirlerine benzemeleri şaşırtıcı bir olay değildir fakat siz Hülya’nın kopyası gibisiniz.”
“Rica ederim! Buraya bunları konuşmaya gelmedim. Hastanızla aramızdaki benzerlik dışında hiçbir bağım yok. Buraya hastanızın bir akrabası olarak değil bir gazeteci olarak geldim. İşimi yapacağım ve hayatıma geri döneceğim. Siz de işinizi yapın ve hastanıza koyduğunuz teşhis ve tedavi hakkında bana bilgi verin.”
Leyla röportaja başlamadan önce Hülya’nın doktoru Adli Psikiyatrist Vedat Kova ile uzun süren bir görüşme yapmak zorunda kalmıştı. Adam röportaj yapmaya pek hevesli görünüyordu.
“Elbette Leyla Hanım, nasıl isterseniz. Hülya bundan yedi yıl önce işlediği cinayetlerden dolayı yargılanmış. Bu esnada kendisine anti sosyal kişilik bozukluğu ve psikopat teşhisi konulmuş. Ceza ehliyetinin bulunmadığına kanaat getirilip zorunlu tedavi için psikiyatri merkezinde tutulması kararı alınmış. Daha önce kaldığı hastanede hiçbir gelişme elde edilememiş. İki yıl önce buraya, Adana’ya getirildi. O zamandan beri benim gözetimim altında. Hülya’ya, kendi geliştirdiğim ve sonucun başarılı olacağından emin olduğum bir rehabilitasyon şekli uyguluyorum. Hastam tedavinin her aşamasına sorun çıkarmadan katılıyor. Henüz istediğim kıvama gelmedi. Aslında Amerika’da olsaydık, daha ileri seviyede olabilirdik. Yine de buradaki imkânlarıma rağmen kat ettiğimiz yoldan oldukça memnunum. Bu işin sonunda Hülya sayesinde, benzer psikolojik sorunlar yaşayan suçluları tekrar topluma kazandırmış olacağım. Daha ne isterim?”
“Peki, nasıl bir tedavi şekli uyguladığınızı sorabilir miyim?”
Vedat Kova, Amerika’da eğitimini tamamladıktan sonra uzun yıllar ülkenin en ünlü psikiyatri merkezlerinde görev yapmıştı. Pek alçak gönüllü birine benzemiyordu. Durmadan kendini övüyor, başarılarıyla böbürleniyordu. Türkiye’ye geçici bir süre için gelmişti ve Hülya’ya uyguladığı tedavi bittikten sonra Amerika’ya geri dönecekti. Hülya’yı iyileştireceğinden emindi fakat bunun için nasıl bir tedavi uyguladığı hakkında detay vermemişti. Bu konuyu röportajın son gününde tekrar görüşebileceklerini söylemişti. Bu ukala ve kendini beğenmiş adama bir kez daha katlanmak zorunda olacağını düşünmek, Leyla’nın canını sıkmıştı.
Doktor Vedat’la yaptığı sıkıcı görüşmenin ardından bir görevli, Leyla’yı röportajın yapılacağı özel korunaklı odanın önüne getirdi. Leyla, kapıyı açmak için belindeki anahtarlara hamle eden görevliyi durdurdu. Cesaretini toplamak için zamana ihtiyacı vardı. Kapı ne kadar geç açılırsa, bu saçma sapan buluşmanın da o kadar gecikeceğini düşünüyordu. Ne var ki kaçışı olamayacak kadar Hülya’ya yakın olduğunun farkındaydı. Elini görevlinin elinden çekip beklemeye başladı.
İçeri girdiğinde Hülya’yı, odanın tam ortasına sabitlenmiş bir masaya, bileklerinden kelepçelenmiş olarak buldu. Üzerindeki bembeyaz kıyafetler, odanın iç karartan gri renkli duvarlarıyla tezat oluşturuyordu. Tavanda çeşitli açılarda kameralar vardı. İzlenecek olmak pek hoşuna gitmese de bunun kendi güvenliği için alınmış bir önlem olması, Leyla’nın içini rahatlattı. Her ne kadar kelepçelenmiş de olsa karşısındaki kişi cani bir katildi. Üstelik sadece beş kişinin değil, annesiyle babasının da katiliydi bu şeytan.
Görevli, Leyla’nın ricasıyla dışarıda beklemeyi kabul etmiş ve odadan çıktıktan sonra kapıyı kilitlemişti. O an kendini kapana kıstırılmış bir fare kadar çaresiz hissetti Leyla. Bunu yaptığına bir kez daha inanamıyordu. Patronunun sözünü dinlememeli, buraya gelmemeliydi. Başı dönmeye, nefesi daralmaya başladı. Hülya’nın delici bakışları içini ürpertti. Bir süre sessizce bakıştıktan sonra ilk söz Hülya’dan geldi.
“Otursana! Bütün günü o kapının önünde dikilerek mi geçireceksin?”
***
Yedi yıl Hülya’dan hiçbir şey almamış gibiydi. Sapsarı saçları eskiden olduğu gibi yine omuzlarından sırtına dökülüyordu. Makyajsız, solgun yüzü çocukluğundaki saflığın işaretlerini taşıyordu. Oturduğu yerden gözlerini bile kırpmadan Leyla’ya bakıyordu. Leyla bir ara, aynada kendini seyrettiği hissine kapıldı.
İsteksizce Hülya’nın tam karşısındaki sandalyeye oturdu. Söze nasıl ve nereden başlayacağını gün boyunca düşünmüş, durmadan karar değiştirmiş, sonunda oyalanmadan, bir an evvel röportaja başlamaya karar vermişti. Kararına sadık kalabilmesi için Hülya’nın gözlerine bakmaması gerekiyordu. Yıllar önce kardeşi olmaktan vazgeçtiği bu kadının gözlerine bakarsa, içinde çoşan öfke nehri taşacak ve Hülya’nın üzerine doğru sel olup akacaktı, bunu biliyordu.
Hülya bakışlarını Leyla’dan ayırmadan, başıyla bileklerindeki kelepçeleri işaret ederek, “Bunlara gerçekten gerek var mıydı?” dedi. Sesi beş kişinin katiline yakışmayacak kadar masum çıkmıştı.
“Bu benim fikrim değildi. Doktorun böyle uygun görmüş olmalı. Senin azılı bir katil olduğunu göz önünde bulundurursak, haksız da sayılmaz, öyle değil mi?”
“Ah, hadi ama! Seni öldüreceğimi düşünüyor olamazsın?”
“Doğrusu bu konuda o kadar da emin değilim.”
“Merak etme kardeşim, seni öldürmeyi aklımdan bile geçirmedim.”
“Ben senin kardeşin değilim! Senin hiçbir şeyin değilim! Ben bir gazeteciyim. Patronumun verdiği görevi yerine getirmek için buradayım. İşimi yapacağım ve gideceğim. Kelepçelerin beni hiç rahatsız etmiyor. Seni ediyorsa bu benim değil, senin sorunun. Sonuçta yaşadıklarını kendin seçtin.”
“Çok hızlısın bakıyorum. Beni alt etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorsun. Çocukken de böyleydin.”
“Buraya çocukluğumu konuşmaya gelmedim. Senin hastalıklı beyninde neler döndüğünü öğrenmeye geldim. Şimdi izin verirsen bir an önce röportaja başlamak istiyorum.”
Kız kardeşinin bu sert tavrı karşısında Hülya dudağını büküp “Pekâla,” dedi. Leyla onu önemsemediğini belli eden tavrını sürdürerek, çantasından ses kayıt cihazını çıkardı ve ağzına yaklaştırdı.
“1 Temmuz 2023, seri katil Hülya ile röportaj, ilk cinayet.”
Kayıt cihazını masanın ortasına yerleştirmeden önce ilk sorusunu sordu.
“O insanları neden öldürdün?”
“Çok acelecisin…”
“Lütfen sadece sorulara cevap ver!”
“Pekâla, istediğin gibi olsun Gazeteci Leyla Hanım. Bütün sorularını yanıtlayacağım. Fakat bir şartım var. Bu sorunun cevabını en sona saklamak istiyorum. Önce kurbanlarımın nasıl öldüklerini dinleyeceksin; neden öldüklerini duymak için biraz daha sabretmen gerekecek. Kabul ediyor musun?”
Leyla kardeşinin gözlerine bakmamaya özen göstererek, kabul ettiğini belirten bir baş hareketi yaptı. Aynı anda ses kayıt cihazını işaret ederek Hülya’ya konuşmaya başlaması için sessiz bir komut verdi.
“Herşey sen İngiltere’de temelli kalma kararı aldıktan sonra başladı. Katil olmamın sebebi senin bu kararın değildi yalnız, oraya şimdiden bir açıklık getireyim. Sen de çok iyi biliyorsun ki biz ikimiz pek geçinemezdik. Yokluğuna dayanamayıp kafayı yemiş değilim… O zamana kadar yaşadıklarımı zaten biliyorsun. Annemle babamın zoruyla üniversiteyi bitirdim. Birkaç işe girip çıktım fakat hiçbirinde tutunamadım. Kendimi büyük bir boşluğun içinde hissediyordum. Beni rahatsız eden birşeyler vardı. Henüz adını koyamamıştım. Bildiğim tek şey bu duygunun beni çocukluğumdan beri esir aldığıydı. Bir gün yaşadığım bir olay gözlerimin açılmasına sebep oldu. İşte, tam o gün neden kendimi böyle hissettiğimi keşfettim.”
“Neymiş bakalım o, büyük keşifler yapmana sebep olan olay?”
“Üzgünüm sevgili kardeşim, olayın ne olduğunu da son güne saklamak zorundayım çünkü o olayla birlikte katil olmamın sebebini öğreneceksin.”
Leyla bu, saçma sapan kurala daha en baştan sinir olmaya başlamıştı. Sebebi son gün anlatmak da ne demekti? Resmen oyun oynuyordu bu cani onunla. Kim bilir, böyle gizemli hareketler sergilemek, muammanın dibine vurduğunu zannetmek onu ne kadar eğlendiriyordu. Ortada bir sır yoktu ki… Hülya beş kişiyi öldürmüştü ve cani bir katilden başka birşey değildi. “Gizemli kadın pozu kesmeyi bırak da doğru dürüst anlat şunu,” dememek için kendini zor tuttu.
“Yüzünün haline bakılırsa bu durumdan pek memnun değilsin. İnan bana ben de sana bayılmıyorum. Merak etme, seni ilk günden yormayacağım. İlk cinayetimin hikayesi, sandığından daha kısa sürecek.”
“Şanslıyım, desene…”
“Bence de çok şanslısın. Hep olduğun gibi… Her neyse, az sonra ilk cinayetimi dinleyeceksin. Biliyor musun, eminim ki hiçbir seri katil ilk cinayetini uzun uzadıya planlar yaparak işlememiştir. Yolu açan, ona öldürmenin tadını aldıran, hayatına anlam kazandıran o olay aniden, birdenbire, hiç hesapta yokken gerçekleşmiştir. En azından benim için öyle oldu. Sen de çok iyi bilirsin, ben her zaman normal insanlardan daha saldırgan biri oldum. Yine de birini öldürmek… Hiç aklımdan geçmemişti. O gün evden çıkarken, yirmi dört saat içinde birini öldüreceğimi bilmiyordum. On beş kişilik bir grupla Kapadokya turuna gidecektik. Birkaç gün oradaki küçük bir motelde kalacak ve doğayla iç içe olacaktık.”
“Senin böyle hobilerin olduğunu bilmiyordum. Hatta senin doğadan özellikle de Kapadokya’dan nefret ettiğini sanırdım. Çocukken çok sık götürürdü annemle babam bizi oraya. Bir keresinde evden kaçmıştın, bizimle birlikte gelmemek için.”
“Tam üzerine bastın sevgili kardeşim.”
“Kes şunu! Ben senin kardeşin değilim!”
Hülya, Leyla’nın ısrarla tekrarladığı bu cümlenin ardından sinsice bir bakış attı. “Kardeşin olmadığımı söyleyip çocukluk anılarımızı deşmen de kurduğun cümleyle aşırı derecede uyum içinde doğrusu,” diyerek Leyla’ya göz kırptı. O esnada Leyla kendi kendini Hülya’nın kardeşi olmadığına inandırmak için içinden aynı sözü tekrarlayıp duruyordu. “Ben senin kardeşin değilim…”
“O salak geziye babamın çenesi kapansın diye katılmıştım. Hangi akla hizmetse, kabul etmeyeceğimi bile bile benden habersiz hem de en sevmediğim yerden tur gezisi ayarlamıştı. Aslında tillahı gelse o geziye gitmezdim fakat sanırım o sırada kader benim hakkımda başka planlar yapıyordu. Kabul ettim. Birbirini hiç tanımayan, saçma sapan insanlarla, ipe sapa gelmez muhabbetler eşliğinde, sabaha kadar süren yolculuktan sonra kalacağımız motele vardık. Yerleştikten birkaç saat sonra herkes bir yerlere dağıldı. İlk günü tur rehberlerinden bağımsız geçirme kararı almışlardı. Uzun yol yüzünden kendimi iyi hissetmediğimi bahane edip onlara katılmadım.”
Hülya öyle sakin bir ses tonuyla konuşuyordu ki bu durum Leyla’nın iliklerine kadar ürpermesine sebep oldu. Olağan, doğal, sıradan bir olayı anlatıyormuş gibiydi. Onun yüzünden can veren annesiyle babasından bahsederken kılı kıpırdamamış, sesi titrememişti. Kardeşi neden bu hale gelmişti bilmiyordu ama onun psikopat olduğunu sırf bu hareketi bile kanıtlıyordu. Acaba hep mi böyleydi?
Beyninin derinliklerine gizlediği çocukluk ve gençlik anılarını hatırlamaya çalıştı. Hülya’nın yaşamının her evresinde normal insanlardan farklı olduğunu düşündü. Hayal meyal bir anı geldi gözünün önüne. Kardeşinin beş yaşındayken ağaca yuva yapan kumruların yuvasını bozmaya kalktığını, bunu yalnız başına yapamayacağını anladığında onu da suçuna ortak edişini hatırladı. Ağaca tırmanmasına yardım etmişti. Hülya kuşların yuvasını bozmakla kalmamış, içindeki yavruları da bahçenin en uzak köşesine fırlatmıştı. Bu, onun doğduğu andan itibaren katil ruhu taşıdığının ispatı olabilir miydi?
Saçmaladığını düşündü. Her çocuk en az bir kez farkında olmadan bir canlıya zarar verebilirdi. Peki Hülya gerçekten onlara zarar verdiğinin farkında değil miydi? Ortaokulda kokulu silgisini çaldığı için onu müdüre şikâyet eden arkadaşının başına, spor dersinde bilerek ve isteyerek basket topunu atmıştı. Kız, beyin sarsıntısı geçirdiği için bir hafta hastanede kalmıştı ve Hülya en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermemişti. Üstelik bu onun arkadaşlarına ve öğretmenlerine karşı yaptığı ilk ve tek saldırı değildi. Tarih dersinde kötü not aldı diye öğretmeninin arabasının tekerleklerini bıçakla parçalayıp suçu başkasının üzerine atmıştı. Suçsuz yere ceza alan arkadaşının okuldan kovulmasına üzülmemişti bile.
Lise çağına geldiğinde ona laf geçirmek neredeyse imkânsız olmuştu. Geceleri gizlice evden kaçar, sabahlara kadar arkadaşlarıyla takılırdı. Babası ona ceza vermekten bıkmıştı. Hiç kimse, hiçbir cezayla onun özgür ve asi ruhunu dizginleyememişti. Leyla o zamanlar bunları yaşarken, kız kardeşinin sadece huysuz bir ergen olduğunu düşünürdü. Fakat şimdi, beş kişinin katili olduktan sonra belki de tüm o yaşananların Hülya’nın bu gününü oluşturduğunu anlayabiliyordu. Aklında kardeşiyle alâkalı sadece tatsız anılar olduğu gerçeği Leyla’nın yüreğini acıttı. Daldığı düşüncelerden Hülya’nın sesiyle sıyrıldı.
“Odamdan çıkmaya da daha önce en az on sefer gördüğüm yerleri tekrar görmeye de niyetim yoktu. Hayatımda ilk kez, nedenini bilmeden, istemediğim halde babamın sözünü dinlemiştim. Bu kadarı yeter de artardı bile. Başımı yastığa gömmekten başka hiçbir şey istemiyordum. Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Tıklatılan kapının sesine uyandım. Bizim tur manyakları geri dönmüş olmalıydılar. Olur olmaz tekliflerle, beni odamdan çıkarmaya niyetliydiler kesin. Onlara hadlerini baştan bildirmek iyi olacaktı. Kapıyı öfkeyle açtım. Karşımda o dikiliyordu. Serap… İlk kurbanım… O sırada ne onun kurban edileceğinden ne de benim hayatımın değişeceğinden haberimiz vardı. Sanki kırk yıllık arkadaşının odasına dalıyormuş gibi içeri girdi. Davet beklemediği açıktı. ‘Hayatımda böyle küstahlık görmedim,’ dedi. Çok sinirli görünüyordu. Öyle ki sinirden elleri titriyordu. ‘Rica etsem bana bir bardak su getirir misin,’ dedi. Rica etmedi, adeta emretti. Suyunu içerken anlatmaya başladı. Tur arkadaşlarından biriyle pek de ufak sayılmayacak bir tartışma yaşamıştı. Yol boyunca birbirlerine karşı takındıkları tavrın sonunda bu kavganın çıkacağı belliydi. O küstah kadına haddini bildirmiş sonra motele geri dönmüştü. Odaya çıkmadan evvel rehberleri de paylamıştı. Sabah ilk iş turdan ayrılacağının haberini vermişti. Dönüş seyahatini kendi imkânlarıyla, istediği şekilde ayarlayacaktı. Böyle olur olmaz insanlarla tur düzenlemeye devam ederlerse, bir yıla kalmaz batarlardı. Bir daha hiçbirini görmek bile istemiyordu. Bana sorarsan karşı tarafın haklı olduğu tartışmada binbir hakaret işitmişti. Küçük düşürülmüştü. Onun gibi IQ seviyesi iki yüzlere dayanan biri nasıl olmuştu da bunca salakla aynı tura katılmıştı?.. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Odamda doğru dürüst tanımadığım bir kadın, yine doğru dürüst tanımadığım diğerlerine ağzına geleni sayıyordu. Sakinleşmesi için biraz dışarı çıkmayı önerdim. İsterse bir yerlerde yemek yiyebilir, biraz sohbet ederdik. Elimizde, IQ seviyesi tavan yapmış Serap Hanım’ın kriterlerine uyacak bir mekân bulunmayışından olacak, teklifimi kabul etmedi.”
“IQ seviyesi yüksek diye mi katlettin kadını?”
“Saçmalama, söylediğinin yarısı kadar bile akıl yoktu o kadında. O kendini beğenmişin neden öldüğünü boşver. Hikâye asıl şimdi ilginç olmaya başlıyor, oraya odaklan… Bir süre sonra sakinleşmeye başladı. Beni ve odamı çok sevmişe benziyordu. Bıraksam sabaha kadar oturacaktı yanımda. Benim gibi birinin onu çoktan kapının önüne koymuş olması gerekirdi, değil mi? Kader işte… Bazen o ağlarını örerken, bize sessiz kalmak düşüyor. Muhabbetimiz koyulaşmaya başladı. Kısa süre içinde ortak noktamızı keşfetti. Aynı kaderde birleşen insanlar, tanışalı birkaç saat olsa bile sanki yıllardır tanıştıkları hissine kapılırlar, farklı bir şekilde birbirlerine bağlanıverirler ya işte Serap da o sırada kendini tam da öyle hissediyor olmalıydı. Konuştukça konuştu, anlattıkça anlattı. Ona göre adil, bana göre adaletsiz; ona göre olağan, bana göre acı; ona göre haklı, bana göre haksız olan hayat hikayesi uzadıkça, ortak noktamıza rağmen aslında karşı saflarda olduğumuzu anladım. Yaşananları anlatırken takındığı tavır hem çok yabancıydı bana hem çok tanıdıktı. Acı duyması gerekirdi o yaşananlardan sonra. Oysa… Oysa o aynı fikirde değildi. İçimi bir öfke dalgası kapladı. Tanıdık bir öfkeydi bu. Bildiğim fakat anlamlandıramadığım. Gördüğüm halde görmezden geldiğim… Yıllarca içimi kemiren, iliğimi, kemiğimi sömüren, uykusuz gecelerimin isimsiz kabusunun, öfkemin sebebini o an daha iyi anlamıştım. O gün Serap’ın benimle çok şey paylaştığı doğruydu. Fakat bilmediği birşey vardı; anlattıkları hayatımın gidişatını tamamıyla değiştirmiş, yıllardır neden normal insanlar gibi olamadığımı anlamamı, kendimi keşfetmemi sağlamıştı.”
Kendini keşfetmek… Hülya bu sözü övünülecek bir durummuş gibi söylemişti. Leyla, karşısında coşkuyla ilk cinayetini anlatan kardeşine hayretler içinde bakıyor, bir caniyle aynı evde büyüyüp onun bu yönünü neden göremediği için kendine kızıyordu.
“Neredeyse akşam olmak üzereydi. Serap hâlâ benim odamda, benim öfkemle burun burunaydı. Sakin görünmeye çalışıyordum ve bunu daha ne kadar başarabilirdim, bilmiyordum. Yüzüne baktıkça sadece bir şey istiyordum, onu öldürmek… Ve bunu yapmak istiyorsam acele etmeliydim. Bir plan yapmalıydım. O anda aklıma müthiş bir fikir geldi. Güvercinler Vadisi’nde yürüyüş yapmayı teklif ettim. Çocukken o lanet olası vadide nasıl kaybolduğumu hatırlıyor olmalısın. Daha dokuz yaşındaydım ve annemle babam doğanın güzelliğine kendilerini öyle kaptırmışlardı ki iki kızından birinin ortadan kaybolduğunu çok geç fark etmişlerdi. Beni bulduğunuzda, içine saklandığım taş oyukta, korkudan ölmek üzereydim… Orası Serap’ın sonunu hazırlamak için en mükemmel yer olacaktı. Serap benim kadar şanslı olamayacak, o vadiden sağ kurtulamayacaktı. Neyse ki hiç tereddüt etmeden teklifimi kabul etti. Bir saat kadar vadinin tenha derinliklerine doğru yürüdük. Güneş neredeyse batmak üzereydi. Etrafta kimsecikler yoktu. Serap tek kelimesiyle bile ilgilenmediğim bir sürü cümle kurarken, ben onu canını vereceği mağaranın önüne getirmiştim bile. Yol kenarında yerde duran kalın bir dal parçasını gözüme kestirdim. Bir iki adım geride kalıp dalı yerden aldım ve var gücümle kafasına vurdum. Oracıkta bayıldı. Aceleyle kayalığın üstündeki mağaraya taşıdım onu.”
İlk kez karşılaştığı bir kadın Hülya’ya ne yapmış olabilirdi? Onu gözü dönmüş bir katile çeviren neydi? Leyla, odanın bir anda buz kestiğini hissetti. İçinin titremesine engel olabilmek için iki elini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Az sonra duyacağı sözleri duymaya hazır olup olmadığından emin değildi.
“Birkaç dakika sonra kendine gelmeye başladığında elimde kocaman bir kaya ile başında dikilirken buldu beni. Ne olduğunu anlayamadan kayayı suratına indirdim. Bir daha sonra bir daha, bir daha… Mağrur yüzü tanınmaz bir hâl alana kadar vurdum. Suçunu kabul eder miydi, etse bile sonuç değişir miydi, bilmiyorum. Öfkem bedenimi de ruhumu da sarmıştı bir kere.”
“Adi bir canisin sen!”
“Aksini iddia ettiğimi hatırlamıyorum. Kurbanlarıma acıman onları geri getirmeyecek. O yüzden bırak da şu günü bitirelim.”
Leyla bulanan midesininden boğazına kadar gelen acımsı safrayı belli etmeden yuttu. Hülya’nın karşısında kararlı ve güçlü görünmek istiyordu. Daha ilk günden yaşadığı dehşeti hissetmesine izin vermeyecekti. “Pekâla,” dedi, “devam et!”
“Ne garip değil mi, ilk cinayetimi işlemek için kurbanımı ben seçmemiştim. Benim kurbanım olmayı kendisi seçmiş, ayağıma kadar kendisi gelmişti. Bu kader değildi de neydi? Aynı kader cesedi saklamama, kimseye görünmeden oradan uzaklaşmama, en önemlisi de ardımda delil bırakmamama yardım etmişti. Üç gün sonra Serap’ı Kapadokya’nın ıssız bir mağarasında, Kapadokya’yı da ardımızda bırakıp geri dönerken, kimse onun yokluğunu fark etmemişti. Sonuçta turu beğenmediğini ve geri döneceğini kendi ağzıyla söylemişti. Eve geldiğimde hayatımda ilk kez huzurlu hissediyordum kendimi. Gözümün önünde durmadan o sahne canlanıyordu. Serap’ın paramparça olmuş yüzü… Üç gün önce çıktığım eve, eski Hülya olarak dönmemiştim. Birini öldürmüştüm. Bilerek ve isteyerek… O an aldığım hazzı anlaman için benim yerimde olman gerekir.”
“Senin yerinde olmaktansa ölürüm daha iyi.”
“Oo, bu kadar iddialısın yani… Pekâla…”
Leyla, sözlerini bitirip sinsi bakışlarını üzerine diken kadını tanıyamadı. Kimdi bu kadın? Kardeşi miydi gerçekten? Değildi… Olamazdı… Kısa süreceğini sandığı ilk cinayet hikayesi sanki yıllarca sürmüş, bitti dediği an, yeniden başlayan bir kabusa dönmüştü. Belli etmiyordu fakat bu, yüzü tanıdık, kendisi yabancı kadından çok korkuyordu. Ses kayıt cihazını kapattı. Seri hareketlerle çantasına yerleştirdi. Ayağa kalktı. Hülya’ya dönüp “Yarın aynı saatte hazır ol!” dedi ve koşar adım çıktı odadan.
***
“2 Temmuz 2023, seri katil Hülya ile röportaj, ikinci cinayet.”
“Seni tekrar göreceğimi sanmıyordum.”
“Sebep?”
“Dün buradan öyle bir kaçışın vardı ki tekrar geri döneceğine ihtimal vermemiştim doğrusu.”
“İşimize bakalım. Boş sözlerle vakit kaybetmek istemiyorum.”
“Nasıl istersen Leyla Hanım…”
Bir gün önce kapıyı çarpıp kaçan Leyla için geri dönmek gerçekten çok zor olmuştu. Vücudunun her santimetrekaresinde hissettiği dehşet, bütün gece yakasını bırakmamıştı. “O an aldığım hazzı anlaman için benim yerimde olman gerekir…” Kulaklarında yankılanan bu sözü unutmak için neler vermezdi ki? Her şeye rağmen gücünü topladı. Bir yanı bu masum yüzlü caniden nefret etse de bir yanı onu bu hale getiren sebebi öğrenmek için yanıp tutuşuyordu.
“Yıllarca cenderesinde sıkıştığım prangadan kurtulmamı sağlayan o günden sonra hayatımı değiştiren bir karar aldım. Öldürmeye devam edecektim. Kendimi her zaman böyle iyi hissetmem için tek çare buydu. Bundan emindim. İşe önce kurbanlarımı seçmekle başladım. Bir süre bütün vaktimi araştırma yaparak geçirdim. Aradığım özelliklere sahip dört kişi tespit ettim. Bir süre aralarından hangisiyle başlayacağıma karar veremedim. Sonunda birini seçtim. Nasıl olsa hepsi ölecekti. Kimden başlayacağımın ne önemi vardı?”
Bu neyin kiniydi böyle? Ne yapmıştı bu insanlar Hülya’ya? Aklına gelen hiçbir sebep kardeşinin katliamını açıklamıyordu. Hiç tanımadığı, haklarında yaptığı araştırmalarla izlerini bulduğu kurbanlarını hangi kriterlere göre seçmişti? Onları birbirine bağlayan, bombanın pimini çeken, Hülya’yı adi bir canavara dönüştüren, ortak bir özellik olmalıydı.
Hülya’nın yargılandığı dönemde Leyla annesiyle birlikte İngiltere’ye dönmüştü ve dava hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Ara sıra annesinin gizlice Kemal amcasını arayıp duruşmadaki gelişmeleri sorduğunu ve her seferinde aynı cevabı alıp hüzünlendiğini biliyordu. Kemal amcasının gönlü, yaşananlardan sonra duruşmalara katılmaya razı gelmemişti. Çocukluk arkadaşının ailesinin dağıldığını görmek onu yeterince kahretmişti, bunu Hülya’yı hakim karşısında görerek perçinlemek istememişti. Basında çıkan haberlerse soruşturmanın ve duruşmaların detaylarından çok, olayın yarattığı sansasyona yer vermişti.
Uykusuz geçirdiği gece boyunca sorularına cevaplar aramıştı. Bilgisayarının arama motoruna ‘Seri katil Hülya’ yazar yazmaz karşısına yüzlerce bağlantı çıkmıştı. İlk sıradakine tıklamıştı. Hülya’nın adliyenin önünde, kelepçelenmiş olarak götürüldüğü bir fotoğrafı görünce içi ürpermişti yine. Fotoğrafın altında büyük harflerle ‘HÜLYA NEDEN KATİL OLDU?” yazıyordu. Bir ipucu bulma umuduyla hızla bütün makaleyi okumuştu. Ne yazık ki çarpıcı başlığın altı boş cümlelerle, kulaktan dolma bilgilerle, acıklı bir film senaryosunu andıran sözlerle doluydu. Birkaç psikiyatrist, Hülya’nın çocukluğunda yaşadığı bir travma sonucu karakterinde oluşmuş kişilik bozukluğu yüzünden katil olduğunu savunuyordu. Leyla bu saçma sapan analizleri dikkate almadı. Kardeşi sorunlu bir çocuktu fakat onun davranışlarının sebebi asla yaşadığı bir travma olamazdı. Birlikte büyüdükleri o evde, Hülya’nın yaşayıp da onun fark etmediği nasıl bir facia olabilirdi?
Hülya’yı tanıyan kişilerle yapılan röportajları hayretler içinde okumuştu. Ne çok insan psikiyatrist olduğunu zannediyordu böyle ve hepsi Hülya’yı çok iyi tanıdığını iddia ediyordu. Daha önce yüzünü bir kez bile görmediği biri Hülya’nın en yakın arkadaşı olduğunu, onun evde gördüğü şiddete dayanamayarak aklını yitirdiğini ve elini kana buladığını, söylüyordu. Yine hiç tanımadığı başka biri, Hülya’nın kesici aletlerle vücudunun görünmeyen yerlerine çizik atmaktan büyük haz duyduğunu hatta bunu onun üzerinde denemeye kalktığını, kendini zor kurtardığını söylüyordu. Bir diğeriyse çıtayı daha yükseğe taşıyor ve Hülya’nın elinden sağ kurtulan altıncı kurbanı olduğunu iddia ediyordu. İçlerinden sadece bir kişi tanıdıktı. Bu, başına basket topu yiyen kızdı. “Beni de öldürmeye kalktı. O, doğuştan bir katil,” diyordu. Öyle miydi gerçekten? Hülya’nın niyeti sinir olduğu bir arkadaşına gününü göstermek değil de onu öldürmek miydi? Artık neyin ne olduğundan Leyla da emin değildi.
Diğer bağlantılara da hızlıca göz atmıştı. Benzer yazılar dışında kayda değer bir bilgi bulamamıştı. Kurbanlara dair öğrenebildiği bilgiler işine yarayacak türden değildi. Ortak sayılabilecek özellikleri yoktu. Yaşları, görünüşleri, yaşam tarzları, sosyal statüleri ve hatta doğum yerleri bile bambaşkaydı. Hepsinin fotoğraflarını telefonuna kaydetti. Uzun uzun inceledi. Özel hayatları hakkında bazı bilgilere erişebileceği umuduyla sosyal medya hesapları olup olmadığını araştırdı. Aradan geçen yıllar beş kadının sadece yeryüzünden değil, teknolojik mecralardan da izlerini silmişe benziyordu.
“İkinci kurbanımın adı Pelin’di. Hakkında yaptığım araştırmalardan sonra günlük rutinlerini öğrenmiştim. Devamlı gittiği bir spor salonu vardı. Katiliyle tanışmak için mükemmel bir yer… Pelin çok güzel bir kadındı. Kumral saçları bakımlı ve parlaktı. Bembeyaz teni pürüzsüzdü. Saflığın ve güzelliğin timsali sayılabilirdi bu görüntüsüyle. Kendinden emin, vakur bir duruşu vardı. Önce günlerce onu göz hapsine aldım. Sonra bir bahaneyle yanına yanaştım. Doğrusu, yeni tanıştığı birine kırk yıllık kankası gibi davranmakta ustaydı. Alçak gönüllü olduğunu sanıyor olmalıydı. Oysa saçlarından ayak uçlarına kadar ‘Küçük dağları ben yarattım,’ diye bağırıyordu. Ölürken de aynı şekilde vakur olabilecek mi, çok merak ediyordum.”
“İyi de neden öldürdün onu? Ne yaptı sana o zavallı kadın?”
“Anlaşmamızı unutacaksan, hemen şimdi kalkıp gidebilirsin buradan. ‘Neden,’ diye sormayacaksın! Ta ki ben anlatana kadar.”
“Pekâla, devam et!”
“Onu rahatça ve ardımda delil bırakmadan öldürebilmem için daha yakın arkadaş olmalıydık. Tesadüfmüş gibi yapıp başka mekânlarda karşısına çıktım. Kısa sürede samimiyetimiz arttı. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Artık evine rahatça girip çıkabiliyordum. Bana güvenmesi için elimden gelen yalakalığı yapıyordum. İnsanları yönetmeyi, emirler yağdırmayı seviyordu. Tam istediği gibi davranıyor, beni de yönetebildiğine inanmasını sağlıyordum. Başarmıştım da… Artık onu rahatça öldürebilirdim.”
Rahatça öldürmek mi? Öldürmek ve rahat olmak, bu iki söz yan yana gelebilir miydi? Gelmemeliydi… Öldüren hiç kimse rahat yüzü görmemeliydi. Aslında o, Hülya’nın nasıl hunharca, acımadan beş kişinin canına kıydığını değil, neden bunu yaptığını öğrenmek istiyordu. Hiçbir eksiği olmadan, el üstünde büyümüş, bir gün bile maddi sıkıntı çekmemiş, tüm huysuzluklarına rağmen etrafında onu seven bir sürü insan olan biri neden katil olmayı seçerdi? Neden?.. Kurbanlarının güzelliğini mi kıskanmıştı? Buna hiç gerek yoktu çünkü Hülya da çok güzel bir kadındı. Yoksa tek suçları küstah ve kendini beğenmiş olmaları mıydı? Çevresindekileri kontrol altında tutan, yöneten kişiler miydi hedefi? Sebep neydi? Hayatta herşeye sahip olan kişilerin doyumsuzluğu muydu onu buna iten? Tatmin olamamak, varlıktan mutlu olamamak mıydı? Çocukken arkadaşlarının eşyalarını çalan, hayvanlara, insanlara zarar verdiği için pişmalık duymayan biri, yeterince ya da doğru tedavi edilmediği takdirde, ileride katil olabilir miydi? Çocuklar bazen sebepsiz yere de saldırgan davranışlar sergileyebilirlerdi. Bu onların büyüdüklerinde katil olacakları anlamına mı gelirdi? Sorular beyninde art arda sıralanırken, ‘Rahat batmış olmalı’ diye geçirdi içinden. Başka bir açıklama bulamıyordu.
“Aradan geçen zaman içinde Pelin’in sadece yalakası değil, sırdaşı da olmayı başarmıştım. Asıl öğrenmek istediğim sırrının yanı sıra hiç kimsenin bilmediği birçok sırrını da benimle paylaşmıştı. İlk sırada en yakın arkadaşının kocasıyla yaşadığı yasak aşk geliyordu. Uzak bir tatil köyünde, gizli gizli buluştukları bir evleri vardı. Bu aşkın bir sonu olmadığını biliyordu. Yine de o adama sırılsıklam âşıktı ve ayrılmayı aklından bile geçirmiyordu. Sırrını benimle paylaşmakla kalmadı, aşk yuvalarının adresini de kaçırdı ağzından. O hafta sonu yine buluşacaklardı. Yeni aldığı iç çamaşırlarını bana gösterirken neşeyle, arkadaşının kocasını nasıl baştan çıkaracağını anlatıyordu. Ne yazık ki hayalleri suya düşmüştü. Gece yarısı beni aradı. Sevgilisi ani bir kararla hafta sonu tatili için karısıyla birlikte Londra’ya uçmuştu. Üstelik Pelin’e haber verme zahmetine katlanmamış, boş yere onca yolu gitmesine göz yummuştu. Aşk yuvalarında yapayalnız kalmıştı. Çok sinirliydi. Öfkesi yatışana kadar sessizce arkadaşına ve sevgilisine ettiği hakaretleri dinledim. Gece eve dönmemesini, hafta sonunu orada geçirmesini, yalnız kalmanın ona çok iyi geleceğini söyledim. Aşktan ve kıskançlıktan gözleri kör olmuştu zaten, önerime hiç itiraz etmedi. Orada kalacaktı. Bu, planımı devreye sokmak için bulunmaz bir fırsattı.”
“Ne yani, arkadaşının kocasını ayarttı diye mi öldürdün o kadını? Vaktiyle en yakın arkadaşının sevgilisini elinden alan sen değil miydin? Özgür ve asi ruhuna ne oldu? Ne ara bu kadar tutucu oldun?”
“Yo hayır, nedeni bu değildi. O adamla yaşadığı ilişki zerre kadar ilgilendirmiyordu beni.”
Leyla ağzının ucuna kadar gelen, “Neydi peki?” sözünü söylemekten vazgeçti. Nasıl olsa sorusuna yanıt alamayacağını anlamıştı.
“Sabaha karşı Pelin’le sevgilisinin fingirdemek için buldukları nifak yuvasının önündeydim. Civarda başka ev yoktu. Bu durum işimi daha da kolaylaştırdı. Tanınmamak, ardımda iz bırakmamak için her tedbiri almıştım. Üzerimdeki simsiyah kıyafetler, başımdaki motorsiklet kaskı olası güvenlik kameralarından beni koruyacaktı. Motorumu ormanlık alana bırakıp yolun geri kalan kısmını yürüyerek gelmiştim. Kapıyı çalarken Pelin’in körkütük sarhoş olduğundan emindim. Tıpkı, kıskançlık krizi ve alkolün etkisiyle kapının ardında kim olduğunu sormayı akıl etmeyeceğinden emin olduğum gibi. Öyle de oldu.”
“Nasıl böyle soğukkanlılıkla anlatabiliyorsun bunları?”
“Anlatmam için buradasın sanıyordum. Dinlemeye hazır değilsen, erteleleyebiliriz.”
“Hayır, ertelemek istemiyorum. Bu şehirde beş günden bir gün fazla kalmak niyetinde değilim. Devam et!”
Hülya, az sonra bir can alacağını değil de fırından ekmek alacağını anlatacakmış kadar rahat tavırlarla sürdürdü konuşmasını. Yüzünde yine Leyla’nın kanını donduran o sinsi bakış vardı.
“Karşısında kasklı birini görünce çok şaşırdı. Şarhoş olduğunda yanılmamıştım. Ayakta zor duruyordu. İçeri nasıl girdiğimizi, ellerinin ayaklarının ve ağzının ne ara bağlandığını anlayamadı bile. Bütün gün ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözleri dehşetle açılmış vaziyette, parke zeminde bir solucan gibi kıvranıyordu. Yanına oturdum. Neden orada olduğumu ve az sonra neden öleceğini açıkladım ona.”
Leyla, kendine verdiği güçlü görünme sözünü unutmuşcasına, gözlerini dehşetle açmış, hiç kıpırdamadan Hülya’yı dinliyordu.
“Aslında ona uzun ve ıstıraplı bir gece geçirtmek isterdim. İşkenceye dayanamayıp karşımda ağır ağır can verdiğini seyretmek isterdim. Fakat biliyordum, işi ne kadar dallandırıp budaklandırırsam, ileride o kadar çok hata yapacak ve daha dikkatsiz davranacaktım. İlk cinayette şansım yaver gitmişti. İkinciyi sanşa bırakamazdım. Kurbanlarımın hepsini farklı yöntemlerle öldürdüm. Pelin’in payına siyanür düştü. Hazırladığım şırıngayı boynundan enjekte ettikten birkaç dakika sonra öldü. İstediğim gibi acı çekerek, kıvranarak, yalvararak ölmemişti ama ölmüştü.”
“Tamam mı? Bitti mi ikinci cinayetin?”
“Sırada polisin her taşın altını kaldırdığı, her köşeyi didik didik ettiği, hepimizi defalarca sorguladığı kısım var. Serap’ın cesedi biz Kapadokya’dan ayrıldıktan bir ay sonra bulunmuştu. Haberi gazetede görmüştüm. ‘Kimliği belirlenemeyen kurban,’ diye yazıyordu. Polisle yüz göz olmama gerek kalmamıştı. Oysa Pelin cinayetinde durum farklıydı. Öyle sıkı bir soruşturma yürütülüyordu ki yakalanmamış olmam belki de bir mucizeydi. Aslında korkmuyordum. İkinci cinayetin planını enine boyuna düşünerek yapmıştım. Olay yerinde hiçbir iz bırakmadığıma emindim. O gece Pelin’in beni aradığı numara takibi imkânsız bir hatta aitti. O aptal kadının benimle telefonlaştıktan sonra kıskançlık krizine yenik düşüp ısrarla sevgilisini araması ve adamın sonunda dayanamayıp telefonu açmış olması şüpheleri ona yöneltmişti. Polis, bilinmeyen bir numaranın ardına düşmektense, o adamın hayatını didiklemeye başlamıştı. Yapılan soruşturma sonucunda aralarındaki yasak ilişki su yüzüne çıkmıştı. Pelin’in arkadaşı ve kocası göz altına alındılar. İkisi de baş şüpheliydiler. Görmeliydin, bu işten sıyrılmak için birbirlerini Pelin’i öldürmekle itham ettiler. Ortalık öyle karışmıştı ki polisin beni şüpheliler listesine eklemeye vakti kalmamıştı. Yine de bu bana bir ders olmuştu. Kurbanlarımla tanıştığımı hiç kimsenin bilmemesi gerekiyordu. Ne kadar gizli kalırsam o kadar güvende olacaktım.”
“Sonunda yakalandın ama…”
“Yakalanma hikâyeme daha çok var Leylacığım. Evet… Sanırım bu günlük röportajın sonuna geldik. İkinci gün, ikinci cinayet… Nasıl, beğendin mi? Sansasyon yaratır mı sence bu haber? Belki yılın gazetecisi ödülünü bile alırsın, ne dersin?”
“Olabilir… Ne yazık ki sen bunu göremeyeceksin. Sonuçta ömrünün sonuna kadar tutuklu kalacaksın.”
***
“3 Temmuz 2023, seri katil Hülya ile röportaj, üçüncü cinayet.”
“Hadi ama Leyla, bunca yıldan sonra bana yabancı gibi davranmak zorunda mısın?”
“Sen benim için bir yabancısın.”
“Ben senin kardeşinim; bunu ne yaparsan yap değiştiremezsin.”
“Sen bir katilsin; sen de bunu ne yaparsan yap değiştiremezsin.”
“Öyle olsun.”
“Hadi ama Leyla…” Leyla, bu sözü birkaç saat içinde ikinci kez duyduğunu düşündü. Gece kendini huzursuz bir uykunun kollarına teslim etmeden önce Kemal amcasıyla görüşmüştü ve duydukları canını fazlasıyla sıkmıştı. Patronu yayınlanacak röportaj için hastanenin, Doktor Vedat Kova’nın ve Hülya’nın fotoğraflarını çekmesini istiyordu. Bunda bir sorun yoktu. Zaten iki gün boyunca yeterince fotoğraf çekmişti. Sorun, aile albümlerinden eski günlere ait birkaç fotoğraf yayınlamak istemesiydi. Leyla, annesini de alıp İngiltere’ye gittikten sonra baba evine bir kez bile uğramamıştı. Orası hem en güzel çocukluk anılarının olduğu yerdi hem de her köşesiyle, aniden ölüp giden babasını, kahrından hasta olan annesini ve kız kardeşinin cani bir katil olduğunu hatırlatan, lanetli bir evdi. Oraya gitmeyi, hiçbir şey olmamış gibi albümlerden fotoğraf seçmeyi ve en önemlisi de o fotoğrafların yayınlanmasını istemiyordu. “Hadi ama Leyla,” demişti Kemal amcası. “Aşmalısın artık bu takıntını. Hülya ne olursa olsun senin kardeşin. Onu yok sayarak eline hiçbir şey geçmez. Üzerine gitmelisin bu işin. İnan bana başka türlü bu kabustan uyanamazsın.” İyi de Leyla bundan kurtulmak istemiyordu ki. O, ömrünün sonuna kadar Hülya’dan nefret etmek istiyordu. Onun yüzünden ölen herkesin ruhları ancak bu şekilde huzura erebilirdi.
“Kayıttayız… Anlatmaya başlayabilirsin!”
“Pekâla, sen nasıl emredersen öyle olsun… İki cinayetten sonra kendimi inanılmaz güçlü hissediyordum. Yıllarca olmadığım kadar huzurluydum artık. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan kabuslar yok olup gitmişti. Bir bebek kadar rahat uyuyordum. Yeni yetme bir genç kızın karnında uçuşan kelebekleri bilirsin. İlk sevgilin seni öptüğünde, midene saplanan sancıların sebebinin o kelebekler olduğuna inanmıştın. Odama gelip o çilli oğlanın seni öpüp kaçtığını anlatırken, yanaklarının kızarmasına engel olamamıştın, hatırlıyor musun?”
“Bunun senin cinayetlerinle ne ilgisi var, anlayamadım.”
“Bir ilgisi yok… Konumuz o gerizekâlının seni öpmüş olması değil, senin o anda hissettiklerin. O gün duygularını bana anlatırken, ne demek istediğini anlayamamıştım. Bilmediğim ve asla öğrenemediğim duygulardı onlar. Hiç kimseye karşı sevgi beslemeyen birinin, karnında kelebekler uçuşmasını beklemek saçma olurdu herhalde. Fakat cinayet işlemeye başladıktan sonra o kelebekler sadece karnımı değil tüm vücudumu sarmıştı sanki. Mutluydum… Eşi benzeri olmayan, tarifsiz bir mutluluk… Aşk gibi…”
Ne yani, kardeşi doğru dürüst sevmeyi bilmediği için mi katil olmayı seçmişti. Onun sevgiyi öğrenememiş olmasının suçlusu o zavallı insanlar mıydı? Bu çok saçmaydı. Sapıkçaydı… Annesi ve babası, arkadaşları hatta Hülya’nın dengesiz davranışlarından bezmiş herkes ve en başta kendisi kayıtsız şartsız sevmişlerdi onu. Bu kadar çok sevilen biri nasıl olur da sevmeyi bilmediğini iddia edebilirdi. Konu aşksa eğer ömrünün sonuna kadar âşık olmadan yaşayıp yine de her şeyi, herkesi çok seven insanlarla doluydu dünya. Acımasız bir katil oluşunu böyle saçma bir gerekçeyle unutturmaya kalkamazdı.
“Katil olmana, nasıl uçuştuğunu öğrenmek istediğin bir avuç kelebek mi sebep oldu yani?”
Hülya, duyduğu cümle karşısında kahkahalara boğuldu. Kahkahası içten olsa da o gülüşte Leyla’yı rahatsız eden bir tavır saklıydı. Neden sonra Hülya’nın kıkırdaması azaldı. Bir süre sonra gözlerine yine o tanıdık, sinsi bakış oturdu.
“Cinayetlerime bir sebep aramaktan vazgeçmeyeceksin değil mi?.. Elbette onca insanı mideme kramplar girsin, karnımda saçma sapan hayvanlar uçuşsun diye öldürmedim. Aldığım hazzı daha iyi anlaman için bir örnekti o kelebekler. Her neyse… Daha fazla saçmalamayalım istersen. Bence sen de sebebe odaklanmayı bırak ve hikâyeye odaklan. İnan bana böylesi senin için daha kolay olacak.”
Leyla kız kardeşinin önerisi karşısında sessiz kalmayı seçti. Belki de gerçekten sadece işini yapmalı ve kalan günleri olabildiğince çabuk geçirmek için bazı ayrıntıları silip atmalıydı kafasından.
“Adı Nevin’di… Daha önce de söylediğim gibi ikinci kurbanımda yaptığım hatayı tekrarlamamak için Nevin’le herkesten gizli arkadaşlık kurmalı, aramızda gelişen dostluktan hiç kimseye bahsetmemesi için onu ikna etmeliydim. Bunun için iyi bir senaryo oluşturmalıydım. Onu defalarca takip etmiş, tüm rutinlerini öğrenmiştim. Yalnız yaşıyordu. Sevgilisinden kısa bir süre önce olaylı bir şekilde ayrılmıştı ve uzun bir süre yanına erkek sinek bile yaklaştırmayı düşünmüyordu. Maddi durumu iyiydi. Babadan gelen zenginliğin yanı sıra ünlü bir şirketin genel müdürüydü. Onun gibi otoriter ve yönetmeyi seven biri için en uygun meslek, öyle değil mi? Güzel bir kadın değildi hatta eni konu çirkindi.”
“Haklısın… O iri siyah gözleri olmasa, yüzüne bakılmayacak kadar çirkin bir kadınmış gerçekten.”
“Sen?.. Ah, tabii… Gazeteci Leyla Hanım iş başında. Bakıyorum da son günü beklememek için elinden geleni yapıyorsun. Kurbanlarımı araştırmaya başlamışsın bile. Yalnız, onlar hakkında benim bildiklerimi bilmen için sadece yüzümüz değil, beynimiz de aynı olmalı.”
Leyla gerçekten de Hülya’nın dediğini yapmış, kurbanların internetten bulduğu fotoğraflarını bastırıp saatlerce yüzlerinde ortak bir nokta aramıştı. Fakat bunu itiraf etmeye hiç niyeti yoktu.
“Senin o hasta beynini istediğimi zannetmiyorum. Araştırma yaptığım falan da yok! Kendini birşey zannetmeyi bırak da anlatmaya devam et. Bütün günümü bu küf kokan odada geçirmeye niyetim yok.”
“Bu oda bu hastanenin en güzel odasıdır. Sen bir de benim odamı gör… Neyse boşver… Odamı değil, cinayetlerimi konuşalım.”
“Cinayetlerimi…” Hülya sanki masum insanların canını nasıl aldığını değil de sanat eserlerini anlatıyormuş gibi gururla söylemişti bu sözü. Leyla, onu hayatından çıkarmakla ne kadar doğru bir karar verdiğine bir kez daha emin oldu.
“Her sabah evinin yakınındaki ormanda koşuya çıkardı. İlk tanışmamız orada oldu. Nevin cicili bicili koşu kıyafetleriyle, bense yırtık pırtık, eski püskü kıyafetler içinde çarpıştık. Çarpışmanın şiddetiyle ikimiz de bir yana savrulduk. Düştüğü yerden söylene söylene kalktı. Bana haddimi bildirmek istiyor olmalıydı. Fakat perişan halimi görünce siniri yatıştı. Koluma girip ayağa kalkmama yardım etti. Yol kenarındaki bir banka oturduk. Sırt çantasından matarasını çıkarıp bana su içirdi. Vücudumda bir hasar olup olmadığını anlamak için Florence Nightingale edasıyla sağımı solumu kontrol etti. O an dudağımın kenarındaki yarayı ve gözümdeki morluğu fark etti. Çarpışma esnasında oluştuğunu zannetti. En inandırıcı ses tonumla yaralarımın onun suçu olmadığını söyledim.”
“Yaraların mı?”
“Evet yaralarım… Merak etme Nevin’e söylediğim gibi biri dövdüğü için olmamıştı o morluklar yüzümde, ben kendi kendime zarar vermiştim. Daha inandırıcı olmak için buna mecburdum.”
“Nasıl bir yaratıksın sen ya?”
“Başarıya giden yolda herşey mübahtır Leylacığım. Neyse devam edelim… Nevin’e kocamdan dayak yediğim, beni her fırsatta, her türlü bahaneyle öldüresiye dövdüğü yalanını anlattım. Kocamın eziyetlerine daha fazla dayanamadığımı, evden kaçtığımı, bir sığınma evine yerleştiğimi fakat kocamın beni bulduğunu, elinden zor kurtulduğumu, günlerdir o ormanda aç susuz saklandığımı söyledim. Beni polise götürmeye kalktı. Kocamı şikayet edecekti, aklı sıra. Polisin böyle konularda son çare bile olmadığını söyleyip onu bu fikrinden caydırdım. Hakkında yaptığım araştırmalar sırasında son sevgilisinden şiddet gördüğü için ayrıldığını öğrenmiştim. Kendisi bunu herkesten sır gibi sakladığını düşünüyordu fakat ne yazık ki milletin ağzı torba değildi. Özellikle de eski sevgilisi, boş boğaz herifin tekiydi. Nevin’i benzer bir senaryoyla avucumun içine alacağımı biliyordum. Öyle de oldu…”
Bir insan, şiddet gören bir kadını öldürmeyi neden isterdi ki? Güçlü görünmeye çalışıp aslında güçsüz olduğu için mi? Onu döven kişi zerre kadar utanmazken, kendisi utancından yaşadıklarını bir sır gibi sakladığı için mi? Mağdur olmayı en baştan kabul ettiği için mi? Neden?..
İşte yine aynı şeyi yapmıştı. Yine hikayeye değil, sebeplere odaklanmıştı. Oysa daha birkaç dakika önce işini yapıp buradan gitmeye karar vermişti. Aklından geçen soruları beyninin derinliklerine gömmeye çalışıp vahşet hikayeleri anlatan kadına baktı.
“Avrupa’da yaşayan bir arkadaşının, Şile’de bir dağ evi olduğundan bahsetti. İstediği zaman gitmesi için yedek anahtarı Nevin’e bırakmıştı. Beni orada saklayabileceğini söyledi. Eve vardığımızda çok korktuğumu, kimseye benden bahsetmemesini tembihledim. Söz vermesini, ona güvenmek istediğimi söyledim. Öyle hüzünlü bakıyordu ki ben yalvarırken, bir ara oturup benimle ağlayacak zannettim. Üçüncü kurbanımı kandırmak, sandığımdan daha kolay olmuştu. Birkaç saat önce tanıştığı bir kadına inanmıştı. Hırlı mıyım, hırsız mıyım sorgulamadan, beni evine getirmişti. Kaleye sızmayı başarmıştım, şimdi sıra kraliçeyi öldürmekteydi.”
Hülya son sözünü söyledikten sonra kesik kesik öksürmeye başladı. Birkaç dakika içinde öksürük krizine tutuldu. Ne yapacağını şaşıran Leyla kapıyı yumruklayıp görevliyi çağırdı. Hülya apar topar odadan alınıp doktorun yanına götürüldü. O ana kadar kardeşinden nefret ettiğini yüzlerce kez tekrarlayan Leyla, bunun doğru olmadığını anlamıştı. Kardeşi ağzından kan gelecek kadar şiddetli öksürürken, yüreğinden bir parçanın koptuğunu hissetmişti. Bu duyguya teslim olmamak için direniyordu. Yanına gitmeyecek, ona ne olduğunu öğrenmeyecekti. Sandalyesine oturdu ve odada beklemeye başladı. Üstelik Hülya’nın geri dönüp dönmeyeceğini bile bilmiyordu. Bir süre sonra kapı açıldı ve görevli Hülya’yı getirdi. Oturmadan önce kelepçelenmesi için bileklerini masaya yatıran Hülya, solgun ve bitkin görünüyordu. Leyla ondan ne kadar nefret ederse etsin, onun kadar cani olmayacaktı. Kelepçeyi takmak üzere olan görevliyi durdurdu ve buna gerek olmadığını söyledi. Leyla’nın isteğine karşı çıkan görevliye, bütün sorumluluğu üstleneceğinin sözünü verdi. Odanın kapısı zaten kilitlenecekti. Duvarlardaki kameralardan izleniyorlardı. Kelepçesi olsa da olmasa da Hülya’nın Leyla’ya bir zarar vermeyeceği besbelliydi.
“İyi misin?”
“Şimdi daha iyiyim?”
“Sık sık oluyor mu bu krizler?”
“Son zamanlarda zorluyor biraz. Boşver, ölümcül birşey değil.”
“İstersen yarın devam edebiliriz.”
“Hayır, buna gerek yok. Ben de en az senin kadar bu işin bir an önce bitmesini istiyorum.”
“Bundan keyif alıyorsun sanıyordum…”
“Devam edelim mi?”
“Pekâla…”
Kısa süren bir sessizlikten sonra Hülya konuşmaya devam etti.
“Onu dağ evinde öldüremezdim. Orada kaldığım on gün içinde gereğinden fazla iz bırakmıştım evde. Bu zamanda kriminologların delil bulmak için atomu parçalayacak kadar donanımlı olduklarını düşünürsek, beni enselemeleri an meselesi olurdu. Üstelik Pelin cinayetinde parmak izimi de DNA örneğimi de almışlardı. Yapacağım en ufak hatada, beni elleriyle koymuş gibi bulurlardı.”
“Anlamadığım birşey var…”
“Neymiş o?”
“Bu kadar senaryoya ne gerek vardı? Onlarla tanışman şart mıydı? Zaten hayatlarının en ince ayrıntısını bile biliyormuşsun. Bir gece ansızın evlerine girip onları sessiz sedasız öldürebilirdin. Neden kolay yolu değil de kendini tehlikeye atmayı seçtiğini çok merak ettim, doğrusu.”
“Haklısın, belki de söylediğin gibi yapmalıydım. O zaman belki hâlâ yakalanmamış olurdum. Fakat kolay yol bana göre değildi. Hayatlarının bir parçası olmalıydım. Suçlarını tıpkı Serap gibi kendi ağızlarıyla anlatmalarını istiyordum. Ayrıca gerçekten suçlu olup olmadıklarından emin olmak istiyordum.”
“Emin olmuş olmalısın ki hepsini öldürdün.”
“Evet, tam tahmin ettiğim gibi suçluydular. Üstelik adil olduklarına gönülden inanıyorlardı. Suçlarının ne olduğunun farkında bile değillerdi. Fakat bunun farkında olmamaları onları aklamıyordu.”
‘Bombanın pimini çeken ortak özellik,’ diye aklından geçirdi Leyla. Hülya kurbanlarını, işlediklerini düşündüğü bir suç yüzünden öldürmüştü. Anlattıklarından nasıl bir suçtan bahsettiği anlaşılmıyordu. Keşke onun beynine girebilse, gerçekleri tüm açıklığıyla görebilseydi.
“Nevin, on gün boyunca dağ evine hergün geldi. Uzun uzun hayat hikayemi dinledi. Tabii, ben de onun hayat hikayesini, en ince ayrıntısına kadar öğrendim. Yine doğru seçim yapmıştım. Daha fazla oyalanmaya gerek yoktu.”
“On gün ortadan kaybolmanı annemle babama nasıl açıkladın?”
“O işi daha en baştan halletmiştim zaten. Onlar beni arkadaşlarımla kampta zannediyorlardı. Dağ bayır dolaşacaktım ve rahatsız edilmek istemiyordum. Benimle baş edemeyeceklerini çok iyi bilirlerdi. On gün içinde birkez bile arayıp ne yaptığımı sormadılar. Bu da benim işime geldi.”
“Onlardan bahsederken, yüreğin sızlamıyor mu hiç?”
“Konumuz annemle babam değil.”
“Evet, konumuz senin cinayetlerin… Ne yazık ki annemle babam da kurbanlarının arasındalar.”
Hülya Leyla’nın attığı taşa aldırmadan, üçüncü kurbanını öldürdüğü anı anlatmaya başladı. Annesiyle babasının akibeti umurunda değil gibiydi.
“Nevin’i nasıl öldüreceğimi daha Şile’ye geldiğimiz ilk gün planlamıştım. Tek yapmam gereken onu bir şekilde uçurum bölgesine götürmekti. Birkaç kez nefesim daralıyormuş, panik atak geçiriyormuşum gibi numara yaptım. Son numaramdan sonra beni bir doktora götürmek istediğini söyledi. Çaresiz bir tavır takınıp teklifini kabul ettim. Yalnız bir şartım vardı. Çok bunaldığımı ve yolda birkaç dakika uçurumun kenarından denizi seyretmek, rahat bir nefes almak istediğimi söyledim. Bu fikir pek hoşuna gitmişe benzemiyordu. Timsah gözyaşlarımı yanaklarımdan akıtmaya başlayınca, dayanamadı. Kısa bir yolculuktan sonra tam istediğim gibi bir uçurumun kenarına geldik. Arabadan inerken benimle gelmesini istedim. Tereddüt etti. Yüksekten korktuğu belliydi. Israr edince mecbur kaldı. Uçurumun kenarında bileklerinden yakaladım. Sandığı kişi olmadığımı söyledim. Az sonra neden öleceğini, suçunun ne olduğunu anlattım. Kara gözleri dehşetle büyüdü. İtiraz etmeye vakti kalmamıştı. Bir anda kendini Karadeniz’in azgın dalgalarının arasında buldu. Arkasından arabasını da aşağıya ittim.”
“Ve yine yakalanmadın…”
“Evet, yine yakalanmadım. Polis, varlığımın farkında bile değildi. Olay kayıtlara intihar olarak geçmişti. Şile’deki ev Nevin’in üzerine kayıtlı olmadığı için orada bir soruşturma yapmak polisin aklına bile gelmemişti.”
“Nereden biliyorsun? Sakın bana soruşturmanın ayrıntılarını öğrenmek için polis kılığına girdim deme!”
“Hayır, elbette polis kılığına girmedim. Soruşturmayı yürüten ekipten bir memurla ilişkiye girdim. Gevezenin teki olması benim suçum değildi.”
“Hastasın sen!”
“Olabilir… Neyse, boş ver şimdi benim psikolojik analizimi yapmayı. Bize ayrılan sürenin sonuna geldik.”
“Ne?”
“Ooo, bakıyorum hikayelerime kendini öyle kaptırmışsın ki üçüncü günün bittiğinin farkına bile varmamışsın. Bye bye, diyorum sevgili kardeşim. Yarın görüşmek üzere.”
***
“Sizinki dün gece ortalığı birbirine kattı Leyla Hanım kızım.”
“Anlamadım… Kim benimki?”
“Hülya… Dün gece kriz geçirdi yine.”
“Öyle mi?”
“Bayağıdır böyle yapmıyordu aslında. Çok zorladı hepimizi. Ama biz alıştık artık hanım kızım. Buradakiler haftada bir iki kere tozuturlar böyle.”
“Tozuturlar mı? Rica ederim, sözlerinize dikkat edin, Osman Bey! Siz bu hastanede hasta bakıcısınız, burada tedavi gören kişiler hakkında böyle sözler etmeniz ve hatta onların sağlık durumları hakkında olur olmaz kişilere beyanat vermeniz, ne bileyim, sizce yakışık alıyor mu?”
“Bilmek istersiniz diye düşünmüştüm hanım kızım. Yoksa ben de önüme gelene anlatmıyorum hastaların durumunu.”
“Bilmek falan istemiyorum. Nereden çıkarıyorsunuz bunu?”
“Ne bileyim?.. Hani Hülya sizin kardeşiniz ya, gece kriz geçirdiğini size söylememde bir sakınca yoktur sanmıştım. Siz benim kusuruma bakmayın hanım kızım. Yaşlılık işte. Geveze oluyor insan bu yaştan sonra.”
“Bilmek istemiyorum!” demiş olsa da aslında bilmek için yanıp tutuşuyordu. Tıpkı her fırsatta, “O benim kardeşim değil,” deyip yine de ondan vazgeçemediği gibi. Kriz geçiren kişi kardeşi ya da bir başkası olmuş, ne fark ederdi? Bir gazeteci olarak röportaj yaptığı kişinin başına gelen herşey aslında onu ilgilendirirdi. Hasta bakıcı Osman’ı bu şekilde azarladığı için kendinden utandı. Zavallı adamın, tutuklu da olsa bu hastanede tedavi gören bir hastanın yakınına, onun sağlık durumu hakkında bilgi vermekten başka bir niyeti olmadığı ortadaydı. Bir süre ses çıkarmadan boş koridorda, hasta bakıcının yanında yürüdü. Hülya’yla röportaj yaptığı odaya yaklaştıkça, içindeki merak daha sıkı sarıyordu bedenini. Konuyu tekrar açmak istiyordu fakat bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Bir gün önceki öksürük krizi gibi birşey miydi acaba? Fakat hasta bakıcı Osman’ın “Tozuturlar…” sözü durumun basit bir öksürük krizi olmadığını gösteriyordu. Daha fazla dayanamadı. Hasta bakıcıyı Hülya’nın kapısına varmadan durdurdu.
“Sizi kırdım galiba… Özür dilerim.”
“Estağfirullah hanım kızım. O nasıl söz öyle? Özür dilemenize gerek yok. Anlıyorum ben sizi. Kız kardeşinizi bu halde görmek sizin için çok zor olmalı.”
Leyla için son 4 gündür hayat sadece zor değildi. ‘Zor’ kelimesi yaşadıklarını anlatmaya yetmezdi. Kendini cehennemin tam ortasındaymış gibi hissediyordu. Üstelik bu röportajı yapmaya mecbur değildi. Belki mesleğini çok sevdiği için, belki yıllar önce sorması gereken soruların cevaplarını öğrenmek için, belki de sadece Hülya’yı son bir kez daha görmek, ondan hesap sormak için kabul etmişti bu görevi. Nedenini kendisi de bilmiyordu. Bildiği tek şey, kontrolü kaybetmek üzere olduğuydu. Bir girdabın içine çekildiği hissi yakasını bırakmıyordu. Kaç gecedir uyuyamıyor, uyuduğu anlarda ise kabuslarla uğraşıyordu. Hülya’nın kurbanlarına karşı kendini mahçup hissediyordu. Kabuslarında onlara yalvarıyor, özürler diliyordu. Oysa ortada bir suçlu varsa o Hülya’ydı. Öyleyse Leyla’nın yüreğini yakan bu suçluluk duygusunun sebebi neydi? Hülya’yla daha fazla zaman geçirseydi, kız kardeşinin katil olmasını engelleyebilir miydi? Onun gerçek yüzünü vaktinde görseydi, cinayetlerin önüne geçebilir miydi? Çocukken Hülya’ya bir kez bile neden hırsızlık yaptığını sormamıştı. Neden bu kadar saldırgan davrandığını, neden böyle geçimsiz olduğunu sormamıştı. Hülya’nın içine kapanmasının, ailesine sırtını dönmesinin suçlusu kimdi? Annesi mi? Babası mı? Yoksa Leyla mı? “Hayır,” dedi içinden. Hülya’nın başına gelenlerin tek sorumlusu yine Hülya’ydı.
Oysa herşey bambaşka olabilirdi. Onlar ikizdiler, aynı yüzü paylaştıkları gibi aynı hisleri de paylaşmaları gerekirdi. Paylaşmamışlardı… Onlar şimdiye kadar hiçbir şeyi paylaşmamışlardı. Başka ikizler gibi birlikte yaramazlıklar yapıp yaramazlığı hangisinin yaptığına karar veremeyen öğretmenlerinin haline, birlikte kahkahalar atmamışlardı. Zavallı kumruların başına gelenlerden sonra evlerinin cennet gibi bahçesinde bir daha oynamamışlardı. Birbirlerine şaşırtıcı derecede çok benzedikleri halde bir kez bile yer değiştirmemişlerdi. Hiç aynı kıyafetleri giymemişler, aynı oyuncaklarla oynamamışlar, aynı yemekleri sevmemişler, hiçbir zaman aynı kişilerle arkadaş olmamışlardı. Onlar aynı evde doğup büyümüş olmalarına rağmen sanki aynı evde yaşamamışlardı. Kendini bildiği andan beri ilgisiz, sevgiden yoksun olan Hülya’ydı. Leyla’yı hayatından soyutlayan Hülya’ydı. Kardeş oldukları halde bir yabancı gibi hissettiren Hülya’ydı.
“Hayır hayır, suç bende, size öyle çıkışmamalıydım,” dedi Leyla. Bu sözü hasta bakıcıya mıydı yoksa yine sesli mi düşünüyordu, farkında değildi.
“Anlatın lütfen… Bilmek istiyorum. Nasıl bir kriz geçirdi Hülya?”
Hasta bakıcı Osman bu sefer anlatıp anlatmamak konusunda ilk andaki kadar emin olamadı. Leyla’nın bakışlarındaki hevesi görmemiş olsa belki de anlatmazdı.
“Valla kızım, bu sefer kırdı döktü ortalığı. Yeni geldiği zamanlardaki gibi saldırganlaştı yine. O zamanları görseydin, için parçalanırdı. Her gün mutlaka kriz geçirirdi. Bağırır, çağırır, saçını başını yolardı. ‘Ben katil değilim, bırakın beni, evime gitmek istiyorum,’ diye çınlatırdı koridorları. Sonra da tam tersi bir kişiliğe bürünürdü. ‘Hepinizi tek tek geberteceğim,’ diye bağırırdı. Bağırsaklarımızı çıkarıp mangalda pişirip yiyeceğini söylerdi. İçine şeytan kaçmış gibiydi vallahi. İki sefer hemşirelere saldırmıştı hatta. Kadınları zor almıştık bunun elinden. Baş edilecek gibi değildi. Yatağa bağlamak kâr etmezdi, on çeşit ilaçla uyuturdu doktor mecburen. Sonra Vedat Hoca geldi. Sağ olsun, o düzeltti bu kızı. Ne tedavilerden geçti bir bilsen. İlk günler ben bakmaya dayanamadım, bu kız çekmeye nasıl dayanıyor bu çin işkencesi gibi tedavileri, diyordum. İçten içe Vedat Hocaya kızıyordum. Düzelteyim derken, öldürecek kızı, diyordum ama yukarıda Allah var, sonucu çok iyi oldu. Anlayacağın, ne zamandır böyle kriz geçirmemişti. ‘Ben katil değilim,’ diye diye, hastaneyi birbirine kattı dün gece. Kafasını duvarlara vurmaya kalktı, zor önledik. Ağlamaktan, bağırmaktan sesi kısıldı resmen. Vedat Hocayı bile dinlemedi. En sonunda keskin bir ilaç verdi de Vedat Hoca, ondan sonra sızdı kaldı. Fakat çok üzüldü adam. Tedaviye cevap veriyor diye, çok seviniyordu.”
“Uyguladığı tedaviden çok emindi aslında. Demek ki durum sandığı kadar parlak değilmiş.”
“Öyle deme hanım kızım, iki senedir gecesini gündüzüne kattı adam. Taa Amerika’larda okumuş, Profesör olmuş, en iyisini bilecek elbette. Ona sorarsanız, Hülya’nın ayarını sizinle görüşmesi bozmuş. Röportajı sonlandıracağını söylemişti, gece evine gitmeden önce ama ne düşündüyse, bu sabah sizi Hülya’nın yanına götürmem için emir verdi.”
“Desenize Osman Bey, sonunda suç yine bana kaldı.”
“Takma kafana hanım kızım. Sen işine bak.”
Röportaj odasının kapısı açılırken, sinsi ve korkunç bakışların, dehşet verici sözlerin sahibinin, acı çeken bir kadın olabileceği düşüncesi takıldı Leyla’nın aklına. Aldığı tedavi sayesinde yavaş yavaş iyileşmeye başlamış ve iyileştikçe içini büyük bir pişmanlık kaplamış olabilirdi. Belki canilik maskesinin ardına sadece utancından, böylesi ustaca saklanıyordu. Fakat bu düşünce Leyla’nın Hülya’ya karşı olan kinini yok etmeye yeterli değildi. O bir katildi. Bunu değiştirmeye, yeryüzünde nefes alan hiçbir canlının gücü yetmezdi.
“4 Temmuz 2023, seri katil Hülya ile röportaj, dördüncü cinayet…”
Leyla, Hülya’nın dün gece yaşadıklarından haberi olduğunu belli etmeden oturdu sandalyesine. Ses kayıt cihazının solgun cızırtısı odadaki sessizliği daha da katlanılmaz bir hale getiriyordu. Hülya, övündüğü cinayetlerinin dördüncüsünü anlatmak için bir önceki gün kadar hevesli görünmüyordu. Hatta Hülya dünkü Hülya gibi bile görünmüyordu. Kendinden emin, bakışları yüreklere korku salan kadın gitmişti sanki. Onun yerinde omuzları düşmüş, gece geçirdiği krizin izleri göz altlarına kapkara halkalar halinde oturmuş, saçı başı darmadağın, perişan bir kadın oturuyordu. Sakinleşmesi için verilen ilaçlar yüzünden bu halde olabilirdi. Leyla, onun bu harap haline aldırmadığını gösteren hareketlerle, “Anlat bakalım,” dedi. “Dördüncü gün, dördüncü cinayet… Bu sefer hangi masumun kanına girdin, doğrusu merak ediyorum.”
“Bu kadar peşin hükümlü olma istersen. Sandığın kadar masum olmayabilirler.”
Hülya’nın sesi kısık ve çatallı çıkmıştı. Leyla, onun dün gece ortalığı birbirine kattığı anda attığı çığlıkları düşündü. Tüyleri diken diken oldu. Bunları düşünerek bir caniyi gözünde yüceltmeye niyeti yoktu. Aklından savuşturduğu acıma duygusu beyninden uzaklaşsa da ne yazık ki yüreğinde bir yerlerde asılı kalmıştı.
“Adı Demet’ti. Çok güzel ve çevresi tarafından çok sevilen biriydi. Bunun sebebi, masum güzelliği değildi, yüreğinin güzelliğine vurgundu herkes. Onlar öyle sanıyorlardı. Oysa Demet hayatımda gördüğüm en acımasız kadındı. Duygu yoksunuydu. Otuz sekiz yıllık ömrü boyunca onu ağlarken gören kimse olmamıştı. O melun gün bile bir damla sahici yaş akmamıştı gözlerinden.”
“Hangi gün?”
“Onu yarınki görüşmemizde öğreneceksin sevgili kardeşim. Biraz daha sabret.”
Hülya’nın ağzından çıkan her “Sabret,” sözcüğü ile Leyla’nın kalbi daha hızlı atıyordu. Dört gün olmuştu ve beklemesi, sabretmesi gereken açıklamanın buna değip değmeyeceğini bile bilmiyordu.
“Kimsesiz Çocuklar Yurdu’nda müdürdü. Çocuklar ona ‘Melek Anne’ diyorlardı. Gerçekte onun nasıl bir canavar olduğunu bilselerdi, yanında beş dakika bile durmazlardı, eminim. İnanmayacaksın ama öldürdüğüm beş kişinin içinde en acımasızı oydu. Diğerlerinden bir farkı vardı çünkü. O, suçunu biliyordu. Bunun farkındaydı.”
Leyla, zaten kasvetli olan odanın, Hülya’nın bu gizemli tavırlarıyla daha da çekilmez olduğunu düşündü.
“Gündüzleri Kimsesiz Çocuklar Yurdu’nda geçiriyordu. Bazı geceler ise en şuh kıyafetler içinde bambaşka bir kadın olup şehrin eğlence merkezlerine akıyordu. Sanki iki farklı insanın ruhunu taşıyor gibiydi. Onu ve yaptığı iyilikleri takdir eden insanların tanıdığı Demet olmaktan çıkıyor, tam zıttı bir karaktere bürünüyordu. Adı bile farklıydı. Gündüzlerin Melek Anne’si Demet, gecelerin Şahmeran’ı oluyordu. Onunla daha yakından tanışmak için yetimhaneyi tercih etmek büyük hata olurdu. O yüzden Demet’in peşine düşmektense, Şahmeran’ın peşine düşmek daha iyi bir fikir olacaktı.”
Hülya’nın az önceki çaresiz, bitkin, perişan hali, adeta bahsettiği gecelerin karanlığına batmış, yok olup gitmişti. Bakışlarına yerleşen o tanıdık ve Leyla’nın içini titreten sinsilik onun asla değişmeyeceğinin, asla iyileşmeyeceğinin, asla yaptıklarından pişman olmayacağının kanıtıydı. Bu sefer sesinin kısık ve çatallı çıkmasına aldırmadı Leyla. İçinde acıma duygusundan çok öfke vardı. Bir katile acıdığı için kendisine öfkeliydi.
“Bir gece eğlencenin dozunu fazla kaçırmıştı. Körkütük sarhoş olmuş bir vaziyette, koluna taktığı bir adamla bardan çıktı. Adamın arabasına binerken aralarında bir tartışma başladı. Konunun ne olduğunu anlayamadan basıp gittiler. Ben de motorumla peşlerinden gittim. Şehir dışında bir eve geldiler. Arabadan indiklerinde tartışma hâlâ devam ediyordu. Dertleri neyse bir türlü halledememişlerdi. Birbirlerini ite kaka içeri girdiler. Fakat yarım saat bile geçmeden Şahmeran adamı kapının önüne koydu. “Defol git buradan, polis çağırırım yoksa!” diyordu. O geceye dair hayalleri suya düşen adam arabasına binerken tehditler savuruyordu. ‘Bittin sen kızım! Bunun intikamını alacağım senden. Tetikte ol bundan sonra,’ diyordu.”
Hülya sanki dördüncü cinayetini değil de biricik kız kardeşine, izlediği bir macera filmini anlatıyormuş gibiydi. O anda Leyla’nın aklına, kız kardeşiyle bir kez bile sinemaya gitmediği geldi. Her zevkleri olduğu gibi film tercihleri de birbirinden çok farklıydı çünkü. Tıpkı Demet ve Şahmeran kadar zıttılar birbirlerine. Oysa yüzlerine bakan biri en az Demet ve Şahmeran kadar aynı olduklarını söylerdi.
“Şahmeran, tozu dumana katıp giden adamın arkasından bağırıp çağırıyor, adeta meydan okuyordu. Cesur olduğu, bir bedende iki kimlik barındırmasından belliydi. Fakat cesur olması, suçlu olduğunu unutturmaya yetmezdi. Ben ondan daha cesurdum. Kader o gece bana Demet’le tanışmam için müthiş bir fırsat sunmuştu. Malum, uzun süredir adım adım peşindeydim ve boş kaldığı bir tek geceye denk gelememiştim. Bir saat kadar bekleyip saklandığım yerden çıktım. Kıyafetlerimin sağını solunu yırtıp yüzümdeki makyajı dağıttım. Gözlerime oskarlık gözyaşlarımı kondurdum ve kapısını çaldım. Kapıyı açtığında karşımda Şahmeran’ı bulacağımı sanıyordum fakat onun yerinde Demet duruyordu. Kıyafeti, saçı, makyajı değişmişti. Kolundaki çantasına bakılırsa bir yere gitmeye hazırlanıyor gibiydi. Bu gecelik Şahmeran olmayı erken bitirmişti ne de olsa. Daha fazla burada kalmasını gerektirecek bir sebebi yoktu. Gece yarısı, karşısında perişan bir kadın görünce şaşırdı. Bana yardım etmesini istedim. Saldırıya uğradığımı ve ellerinden zor kurtulduğumu söyledim. Düşünmeden içeri aldı beni.”
“Hayatının hatasını yaptığından habersizce, tabii.”
Hülya, kardeşinin sesindeki alaycı tona aldırmadan konuşmaya devam etti.
“Evi oldukça büyüktü. Her gece barlardan adam toplayan modern ve bakımlı bir fahişenin, en az kendisi kadar modern ve bakımlı evi… Sanırım Şahmeran evi döşerken Demet’in asaleti işlere burnunu sokmadan duramamıştı. Ben gözyaşları içinde, peşime takılan ve beni zorla tenha bir köşeye sürükleyip tecavüz etmeye çalışan dört kişinin elinden nasıl kurtulduğumu anlatırken, o tepkisizce dinliyordu. Hiç etkilenmişe benzemiyordu. Yüzünde ne endişe vardı, ne acıma belirtisi, ne de üzüntü. Katı yürekli biri olduğunu biliyordum da bu kadarını tahmin etmemiştim. Beni teselli edecek sözler söylemedi. Tacizcileri şikayet etmemi tavsiye etmedi. Sadece ‘Sana neyin iyi geleceğini biliyorum,’ deyip mutfağa gitti. O arada koltuğun kenarında duran çantasını karıştırdım. Edineceğim her bilgi benim için çok önemliydi. Hızlıca kimliğinin fotoğrafını çekip cüzdanını yerine yerleştirdim. Hiç tanımadığı bir kadını çantasıyla yalnız bırakıp gittiğine göre sandığım kadar açıkgöz değildi. Bunu anlamak hoşuma gitti. Elinde iki kadeh konyakla geri geldi, birini bana uzattı ve “Boş veer,” dedi. “Kurtulmuşsun ya, sen ona bak.” Ardından bir dikişte bitirdi bardağındaki içkiyi. Cesur olduğu kadar güçlüydü, demek ki. Fakat ben ondan daha güçlüydüm.”
İnsanları tuzağa düşürerek canlarını aldığı için mi bu kadar güçlü hissediyordu kendini? Buna güç değil, canilik denirdi ancak. Leyla kafasından geçen bu düşünceleri Hülya’ya söylemedi. Söylese de karşısındaki katilin onu anlamayacağından emindi. Tıpkı kendisinin de beyninin, “Katil,” dediği bu kadına, yüreğinin hâlâ “Kardeşim,” demesini bir türlü anlayamadığı gibi.
“Saldırı hikayemi dinlerken gözü ikide bir saatine kayıyordu. Benimle daha fazla vakit harcamak istemiyor gibiydi. Kibarca artık gitmem gerektiğini, saldırganlardan korkuyorsam bir taksi çağırabileceğini söyledi. Evimin çok uzakta olmadığını, yürümek istediğimi söyledim ve çıktım. O gecelik bu kadarı bana yeter de artardı bile. İlk tanışma gerçekleşmişti. En zor işi başarmıştım. Gerisi nasılsa gelecekti. Onu nasıl öldüreceğimi zaten biliyordum. Ne zaman öldüreceğim kadere bağlıydı.”
“Kader ha? Yaptıklarının suçlusu kader değil, bunu biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum… Kader benim yaptıklarımın değil, bana yapılanların suçlusu.”
“Ne yapılmış sana ya? Duyan da açlık ve sefalet içinde, şiddete maruz kalarak, anasız, babasız, kimsesiz büyüdün zanneder. Neyin eksikti, ha? Neyin?.. Kaderin sana yaptığı tek kötülük, manikür yaptırırken parmağına batan törpü olmuştur. Beni bu kader safsatalarıyla kandırabileceğini sanıyorsan, yanılıyorsun. Şimdi, anlat şu cinayetini, bugünü de bitirelim!”
Hülya Leyla’nın sert çıkışına aldırmadan, teslim olduğunu belirtircesine iki elini havaya kaldırdı. Bir gün önce geçirdiği öksürük krizinden sonra çıkarılan kelepçenin izleri hâlâ bileklerindeydi.
“Dördüncü kurbanımı öldürme faslına geçmek sandığımdan daha uzun zamanımı aldı. Tesadüfmüş gibi yapıp her gün karşısına çıkamazdım. Bana güvenmek şöyle dursun, daha çok uzaklaşabilirdi benden. O yüzden kaynaşma kısmını zamana yaydım. Nasıl olsa zamandan bol neyim vardı ki? Çok sık değil fakat arayı da çok açmadan, gittiği barlara takılmaya başladım. Önce yüz vermedi. Selam verip kendi eğlencesine bakıyordu. Sonra yavaş yavaş samimiyetimizi arttırmanın yolunu buldum. Bende onun çok istediği birşey vardı çünkü. Hiç vazgeçemediği birşey.”
“Neymiş o vazgeçemediği şey?”
“Her ne kadar Şahmeran olduğunu büyük bir ustalıkla herkesten saklamayı başarmışsa da bir bağımlı olduğunu, en azından benden, saklayamamıştı. Onu ilk gördüğüm gün, bunu anlamıştım. Gözleri ve bakışları ‘Ben uyuşturucu bağımlısıyım,’ diye bağırıyordu adeta. Fakat çevresindeki insanlar onun gibi mazbut bir Hanımefendi’ye, öksüz ve yetim çocukların Melek Anne’sine bu sıfatı konduramamış olmalılar ki hiç şüphelenmemişlerdi. Bir bağımlıyı neyle kandırırsın? Tabii ki malın en iyisinin sende olduğuna inandırarak. Ben de öyle yaptım ve onu evime davet ettim.”
“Hangi evine?”
“Dur, dur… Heyecanlanma… Tabii ki bizim eve değil. İlk tanıştığımız gece Demet’e birkaç sokak ötesinde oturduğumu söylemiştim. Böyle bir yalan söyleyip gereğini yapmayacağımı düşünmüş olamazsın. O civarda bir geceliğine bile ev kiralanabiliyor. Demet gibi gündüz kuzu, gece kurt olan ne çok insan varmış meğer. Eh, ev sahipleri de bu düzene ayak uydurmakta geç kalmamışlar. Demet’in kimlik bilgileri elimdeydi, evi internet üzerinden, onun adına kiraladım. Anahtarı kapının dışına monte edilmiş bir düzeneğin içinden, ev sahibinin verdiği şifreyi kullanarak alacaktım. Benim gibi ortada delil bırakmak istemeyenler için bulunmaz bir yer, değil mi?”
Hülya son cümlesinden sonra küstahça gözünün birini kırptı. Leyla boğazına kadar yükselen sinirini bastırmakta zorlansa da sessiz kalmayı tercih etti.
“Evimi çok beğendi. Sadece aynı muhitin sakinleri değil, aynı yolun yolcusu olduğumuzu görmek onu rahatlatmışa benziyordu. Önce havadan sudan konuştuk. Beni daha iyi tanıması için ona kendi hayatımdan bahsettim. Çok geçmeden ortak bir hikayede buluştuk. Hikayemizin ortak olması Serap kadar çabuk etkisi altına alamamıştı Demet’i. Ağzından laf almak o kadar da kolay olmadı. Belli ki bu gece burada olma sebebi bana hayat hikayesini anlatmak değildi. Açık açık söyleyemese de methettiğim malın tadına bakmak için sabırsızlandığını görebiliyordum. Neyse ki birkaç saat sonra içkinin verdiği rehavetle gevşedi ve ‘Biliyor musun?’ dedi, ‘benim adım aslında Şahmeran değil.’ Ondan sonra olan oldu. Demet ortaya çıktı ve anlatmaya başladı. Duymak, bilmek istediğim herşeyi anlattığı yetmiyormuş gibi onu diğer kurbanlarımdan daha acımasız yapan suçunu da itiraf etti. Üstelik sesinde en ufak bir pişmanlık belirtisi yoktu. ‘Öyle olması gerekiyordu, ben de öyle yaptım,’ diyordu. Yüzü bile kızarmadan, kendini haklı çıkarmaya çalışıyor, ondan kurtulduğu için seviniyordu.”
“O mu? O dediğin kim?”
“Meraklanma, öğreneceksin. Sana minicik bir kredi vereceğim ve aslında yarının konusu olan bu kişiden kısaca söz edeceğim. O, Demet’in öldürdüğü kişiydi. Kendi elleriyle, özgür iradesiyle, acımadan öldürdüğü kişi…”
“Anlamıyorum, yani sen şimdi… Bir dakika, bir dakika… O kadınları öldürme sebebin bu muydu? Suçları bu muydu yani? Onlar da mı katildiler?”
“Hayır… Demet dışında hiç kimse elini kana bulamamıştı. Ortak özelliklerini duymak için yanıp kavrulduğunu biliyorum fakat hayır, ortak özellikleri birini öldürmüş olmaları değildi. Sana Demet’in hepsinden daha acımasız olduğunu söylemiştim. Diğerlerinden bir farkı var, demiştim.”
“Farkı katil olmasıydı, öyle mi? Kimi öldürmüştü peki? Onu da anlattı mı?”
“Elbette anlattı fakat bunu sana bugün söylemeyi düşünmüyorum.”
Leyla o ana kadar kurbanların ortak noktalarının, işledikleri bir suç olduğunu düşünüyordu. Fakat aradığı ortak nokta suçun kendisi olmayabilirdi. Belki biri katildi, biri yalancıydı, biri dolandırıcıydı, kim bilir belki de hırsızdı. Acaba onları ortak noktada birleştiren işledikleri suç değil, o suçtan ceza almamış olmaları mıydı? Birden kendine gelip bu saçma sapan teziyle, kız kardeşini aklama çabasına girdiğini fark etti. Ne yani, psikopat, sosyopat, cani bir katile, Robin Hood muamelesi mi yapacaktı? Devletin kolluk kuvvetleri dururken, suçluları cezalandırmak Hülya’ya mı kalmıştı.
“Sözleri bittikten sonra daha fazla dayanamadı ve “Ee, getir bakalım hadi şu malı, söylediğin kadar iyi mi, bi görelim,’ dedi. ‘Mal,’ derken gözlerinin içi parlamıştı. Artık avucumdaydı. Kaçacak yeri kalmamıştı. Üstelik ölüm vaktini de kendisi belirlemişti. Daha ne isterdim?.. Biraz daha sabretmesini, hazırlayıp getireceğimi söyledim. Uyuşturucuyu getirdiğimde çoktan kolunu sıyırmış, bağlamış, heyecanla beni bekliyordu. Şırıngayı elimden kaptı. Damarına daldırdığı iğnenin ucundaki sıvının, tanıdığı uyuşturuculardan çok farklı olduğundan habersizdi. Ölümü altın vuruş yapmışçasına şiddetli fakat neden öldüğünü dinleyecek kadar yavaş olacaktı. Öyle halsizdi ki kıpırdamaya bile mecali yoktu. Ağır ağır soğuyan bedeninde sözlerime tepki verebilen tek organı, dehşetle açılmış gözleriydi. Ağzından köpükler gelerek canını teslim ettiği an, o bahsettiğim kelebekler sadece içimi değil adeta tüm benliğimi sarmıştı.”
Leyla, midesinin bulanmasına mani olamadı. Hülya’nın sözlerini bitirmesini beklemeden hızla ayağa kalkıp öğürerek kapıya koştu. Kapı ne ara açıldı, kendini tuvalete ne ara attı, anlayamadı. Boğazını yaka yaka ağzından dökülen safrayla, günlerdir yaşadığı kabusun da yok olup gitmesini diledi.
***
“İyi misin?”
Hülya’nın gözlerinde şefkatten, acımadan eser yoktu. Ağzından çıkan “İyi misin?” öylesine söylenmiş bir söz gibiydi. Leyla onun sorusunu, “Gayet iyiyim,’ diyerek geçiştirdi. İyi olup olmadığını merak etmediğinden emindi.
Bir gün önce Hülya’nın yanından öğürerek kaçmış ve bütün gece midesine yapışan ağrı yüzünden, acı içinde kıvranmıştı. Dört gün boyunca, kendi kanından olan birinin ağzından, vahşice işlenmiş cinayetleri dinlemek sadece sinirlerini yıpratmakla kalmamış, sonunda bedenine de zarar vermişti. Fakat artık kendine gelmeliydi. Bugün son gündü ve birkaç saat sonra kabus bitecekti. Kız kardeşi olduğuna binlerce kez lanet ettiği bu kadına karşı hissettiği öfkeyi dizginlemek zorundaydı. Derin bir nefes aldı. Ses kayıt cihazını masanın ortasına sertçe çarptı.
“5 Temmuz 2023, seri katil Hülya ile röportaj, son cinayet…”
Hülya, sırtını sandalyesine dayayarak, kollarını göğsünde birleştirdi. Öfkesini iliklerine kadar hissettiği Leyla’ya meydan okurcasına, sürdürdü sukûnetini. Ürpertici sessizliği Leyla bozdu.
“Seni dinliyorum… Anlat ve bitsin artık bu işkence.”
“Benimle vakit geçirmek sana göre işkence, öyle mi?”
“Uzatma! Hadi!.. Anlat!”
“Pekala… Başlamadan önce bugünün diğer günlerden daha uzun olacağını söylememe gerek yok sanırım. Biliyorsun, bugün büyük gün. Öğrenmeyi çok istediğin bilgiye az sonra ulaşacaksın. Yalnız, yüzünün rengine bakılırsa, duyacaklarına dayanacak gibi görünmüyorsun. Dünkü cinayet hikayem, seni oldukça etkilemişe benziyor.”
“Sen beni merak etme. Sandığından daha güçlüyüm ben. Hatta belki de senden bile güçlüyüm.”
“Kim bilir, belki de… Hangimizin daha güçlü olduğunu, zaman gösterecek…”
“Sadete gel artık!”
Hülya, kardeşinin bakışlarına yerleşmiş öfkeye aldırmışa benzemiyordu. En sakin ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Beşinci kurbanımın adı Fatma’ydı. Orta eğitimini zar zor tamamlamış bir fabrika işçisiydi. Beş yıllık evliydi. Mahallenin dedikoducu teyzelerinin dediğine göre kocasından kaynaklanan bir sorundan dolayı, çocukları olmamıştı. Kocası uzun yol şoförüydü ve ayın büyük bir bölümünde evde değildi. Fatma, annesi ve babasıyla yıllardır görüşmüyordu. Kocasının ailesiyse, uzak bir anadolu köyünde yaşıyordu. Fazla arkadaşı yoktu. Komşularıyla pek iyi anlaştığı söylenemezdi. Kendini o muhite ait hissetmediğini anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Evde yalnız olması, onu daha rahat öldürebileceğim anlamına geliyordu. Hiç vakit kaybetmeden planımı devreye soktum. Öncelikle, kocasının hangi tarihlerde uzun yola çıkacağını öğrendim. Ardından Fatma’nın çalıştığı fabrikaya işçi olarak girdim. Düşünebiliyor musun, Müsteşar Kadir Karaman’ın kızı Hülya, bir fabrika işçisi… Babam bunu öğrenseydi, herhalde kalpten giderdi.”
Leyla o esnada ağzını açmamak için zor tuttu kendini. Hülya, babasının kalp krizi geçirerek ölmesine sebep olan kendisi değilmiş gibi bir de alay ediyordu. Bu kadar mı nefret ediyordu annesiyle babasından?
“Çoğunluk Fatma’yı saf ve cahil biri olarak tanıyor olsa da aslında o saf ve cahil değil, kurnaz ama cahil biriydi. Yalnız, hesaba katmadığı birşey vardı; ben hem kurnaz hem de zekiydim. Ne yaparsa yapsın, tuzağıma düşmekten kurtulamayacaktı. Arkadaş olmak için birkaç dolap çevirdim ve kısa süre içinde kaynaştık. Artık sadece fabrikada değil dışarıda da görüşüyorduk. Çok konuşan fakat boş konuşan biriydi. Durmadan kocasından şikayet ediyordu. Onun gibi pısırık ve sünepe biriyle evlendiği için bin pişmandı. Oysa kocasıyla birlikte olabilmek için ailesini ardında bırakmayı, yapayalnız kalmayı göze almıştı. Ona âşık olduğunu sanmış, özlediği, istediği hayata kavuşması için tek çarenin onunla evlenmek olduğuna inanmıştı. Ama yanılmıştı… Günün birinde, nasıl ki onunla evlenmek için birçok şeyi feda ettiyse, yine gözünü bile kırpmadan herşeyi yapacak ve kocasından da bu sefil hayattan da kurtulacaktı. Kocası hakkında hep mi böyle düşünüyordu yoksa uydurduğum zengin nişanlımla, çok kısa bir zaman içinde evlenip bol para ve saadet içinde yaşayacağımı duyduktan sonra mı gözüne batmaya başlamıştı kocasının sünepeliği, bilemiyorum.”
Hülya, bir nefes alımlık moladan sonra konuşmaya devam etti. Az önce Fatma’dan söz ederken yüzüne yerleşen küçümseyen ifade, yerini tiksintiye bırakmıştı.
“Fatma’yla yeterince samimiyet kurduğumdan emin olur olmaz, ilk iş, nişanlımın çalışmamı istemediğini bahane edip fabrikadan ayrıldım. Daha fazla orada kalıp insanların hafızalarına kazınmak istemiyordum. İhtiyacım olan, fabrikadakilerin beni unutmalarını sağlayacak kadar vakitti. O vakti de Fatma’nın güvenini kazanıp tüm sırlarını anlatacak kıvama getirmekle geçirecektim. Yaşadığı hayattan memnun olmayan kişilerin gözlerini boyamak için onları ait olmadıkları fakat hayalini kurdukları ortamlara sokmak yeterlidir. Ben de öyle yaptım. Nişanlımın beni paraya boğduğunu söyleyip onu birkaç kez nezih restoranlara, kafelere götürdüm. Ve nihayet iki aylık uğraşlarım sonucunda, bana kayıtsız şartsız güvenmesini sağlayabildim. Daha önce rüyasında bile görmediği kadar şık bir kafeteryanın bahçesindeki kameriyelerden birinde, karamel macchiatosunu yudumladıktan sonra masada duran sigara paketimden bir sigara yaktı ve anlatmaya başladı. Öyle ki istediklerimi öğrenmekle kalmamıştım, fazlasını bile öğrenmiştim. Onun kötü biri olduğunu biliyordum da doğrusu bir hain olabileceği, hiç aklıma gelmemişti. Aslında kocasıyla evlenebilmek için yaptığı hainliği düşününce, ondan bu kadar çabuk vazgeçmesi hiç adil değil.”
“Adalet kelimesi ağzına hiç yakışmıyor.”
“Adalet göreceli bir kavramdır Leylacığım. Suçlu olduğunu düşündüğün biri cezalandırılırsa, sana göre bu adalet olur. Oysa sen cezalandırılırsan, bunun adaletsizlik olduğunu düşünürsün.”
“Bir suç işlemişsem eğer, inan bana, cezalandırılmak başıma gelen en adil şey olurdu.”
“Öyle diyorsan, öyledir… Neyse, biz Fatma’ya geri dönelim… Yine yanılmamıştım. Fatma da en az diğerleri kadar suçluydu. Ölümü hak ediyordu… Planım hazırdı. Kocasının dönmesine daha birkaç gün vardı. Bu da onu rahatlıkla evinde öldürebileceğim anlamına gelirdi. Tıpkı diğer kurbanlarımın yanlarından ayrılırken yaptığım gibi izlerimi yok etmek için yeterince vaktim olacaktı.”
Hülya, son cümlesinden sonra Leyla’nın göz ucuyla saatine baktığını fark etti. Sabırsızlandığı, bir an evvel gitmek istediği yüzünden okunuyordu. Kısa bir süre konuşmadan Leyla’ya baktı. Bu şekilde davranarak kardeşinin sinirlerini bozmaktan keyif alıyor gibiydi. Birkaç saniye sonra sesine hınzır bir tını yerleştirip “Az kaldı, merak etme,” dedi, “Leyla Karaman bugün bu şehirden gidecek.”
“Sana burada beş günden fazla kalmayacağımı söylemiştim.”
“Benden bu kadar çabuk mu bıktın sevgili kardeşim?”
“Uzatma istersen; konuya dön!”
“Pekâla… Komşuların dikkatini çekmemek için gece geç saatte Fatma’nın kapısına dayandım. Beni gördüğüne çok şaşırdı. Hatta beni gördüğü için pek memnun olmadığını bile düşündüm. Bahanem hazırdı… Nişanlımla kavga etmiştik ve ayrılma kararı almıştık. Çok üzgündüm ve arkadaşımın desteğine ihtiyacım vardı. Kısa bir tereddütten sonra beni içeri aldı. Ondan sonrası çok kolay oldu. Yarım saat geçmeden biricik arkadaşını teselli etmeye başlamıştı bile. Teselliden çok nasihat etti, desek daha doğru olur. Onun gibi sefalet içinde yaşamak istemiyorsam, nişanlıma geri dönmeliydim. Böyle bir kısmeti kaçırmak aptallık olurdu. Bu zamanda nişanlım gibi hem zengin, hem yakışıklı birini daha bulamazdım. Gençtim, güzeldim, istesem nişanlımı parmağımda oynatırdım. İknâ olmuş gibi davrandım. Konuyu değiştirip ona anlatmak istediğim çok önemli bir şey daha olduğunu söyledim. Bu ucuz tiyatroyu sonlandırmanın zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Ona dinlemekten hiç hoşlanmadığı bir masal anlattım. Masalın sonuna geldiğimde, o evden sağ çıkamayacağını ve bunun sebebini anlamıştı. Kaçmaya yeltendi. Ne yazık ki benim kadar çevik değildi. Bir hamlede onu yere düşürdüm ve karnının üzerine oturdum. Boğazını kavradım. Gözleri yuvalarından fırlayana kadar, yüzü mosmor olana kadar, dili ağzından çıkana kadar sıktım. Bedeni ağır ağır hareketsizleşti. Avuçlarımın arasında hapsolmuş son nefesi de ciğerlerine gömüldü ve kıvranarak can verdi…”
“Bitti mi nihayet?”
“Evet, buraya kadar caniliklerimi dinledin; şimdiyse yakalanma hikayemi dinleyeceksin. Son cinayetimin planını da tıpkı diğerleri gibi kusursuz yaptığımdan emindim. Oysa farkında olmadan çok büyük bir hata yapmıştım. Her seri katilin eninde sonunda düştüğü yanlışa düşmüş, şımarmış ve dikkatsiz davranmıştım. Aklıma bile gelmeyen saçma sapan bir detay sonumu getirmişti.”
“Hatanı bu kadar çabuk kabul etmen, beni şaşırttı doğrusu.”
“Zaman insana çok şey öğretiyor Leylacığım. Hayatının hatasını nerede ve ne zaman yaptığını, eninde sonunda bir tokat gibi çarpıyor yüzüne. Başına gelen herşeyi zorla da olsa, mecburen kabullenip kadere boyun eğiyorsun… ”
Leyla, karşısına geçmiş, felsefi sözler parçalayan Hülya’ya alaycı bir bakışla, “Senin gibi azılı bir katili bile dize getiren şu yakalanış hikayeni çok merak ettim doğrusu,” dedi. Kardeşi, onun kinayeli ses tonuna, küçümseyen tavrına ya gerçekten aldırmamıştı ya da aldırmıyormuş gibi davranmak için büyük çaba harcıyordu. Bunca yıllık ömrü boyunca, duygularını Hülya kadar iyi saklayabilen hiç kimse çıkmamıştı Leyla’nın karşısına.
“Fatma’nın evindeki delilleri yok etmeye kendimi öyle kaptırmıştım ki o esnada yatak odasının penceresinden içeri birinin girdiğini fark edemedim. Salonda, yerde yatan Fatma’nın cesedinin yanıbaşında dikiliyordum. Arkamdan gelen, ‘Sevgilim! Neredesin?’ sözüyle irkildim. Genç ve yakışıklı bir adamla göz göze geldik. İlk önce ne olduğunu anlayamadım. Fatma’nın kocasının eve dönmesine daha üç gün vardı. Zaten o adam da duvarda asılı duran düğün fotoğrafındaki adama hiç benzemiyordu. Fatma’nın beni eve alırken neden öyle isteksiz davrandığı ortaya çıkmıştı. Belli ki kocasını aldatıyordu. İşte bunu hiç hesaba katmamıştım. Demek ki Fatma sadece kötü kalpli bir hain değil, aynı zamanda da sadakatsiz bir haindi. Üstelik bunu ustaca saklayabilecek kadar da sinsiydi. O anda, onu küçüksemekle hata ettiğimi anladım. Ya o sandığım kadar aptal değildi ya da ben övündüğüm kadar zeki değildim. Tüm sırlarını bana anlattığına inanmıştım. Oysa, hainlik sıfatını bir kez benimsemiş birinin, ömrünün geri kalan kısmında da bu özelliğinden asla kurtulamayacağını düşünmeliydim.”
Leyla Hülya’nın sesinde, belli belirsiz bir öfke sezdi. Kızgınlığı kendine miydi yoksa yakalanmasına sebep olan Fatma’ya mı, anlaşılmıyordu.
“Fatma’nın yasak aşkı, kısa bir şaşkınlıktan sonra kendine geldi. Yerde, gözleri yuvalarından fırlamış bir halde, cansız yatan Fatma’yı görünce, ‘Katil,’ diye bağırmaya başladı. Bir çare bulup adamın elinden kurtulmalıydım. Acele etmezsem korktuğum başıma gelecekti. O anda aklıma gelen tek çare adamı da öldürmek oldu. Üzerime yürümek için hamle ettiği esnada, sehpanın üzerinde duran demir vazoyu kaptım ve sertçe başına vurdum. Kanlar içinde yere düştü. Kıpırdamıyordu… yine de işimi şansa bırakmak istemedim ve vurmaya devam ettim. Öldüğünden emin olmak için nabzını yokladım, atmıyordu. Bir kişiyi öldürmek için geldiğim evden iki kişiyi öldürüp çıktım.”
“Altı kişiyi mi öldürdün yani? Beş kişinin katili olduğunu sanıyordum.”
“Öyle zaten…”
“Anlayamadım… Peki, ya o adam?”
“O gecenin üzerinden bir hafta geçmişti. Hiçbir mecrada Fatma’yla sevgilisinin öldürüldükleri haberi çıkmamıştı. Cesetlerin bulunmamış olmasına imkân yoktu. Fatma’nın kocası çoktan gelmiş ve onları bulmuş olmalıydı. Neler döndüğünü öğrenmek için daha önce kandırdığım polis memuruyla iletişime geçmek üzereydim ki polis kapımıza dayandı. Beni, Fatma’yı öldürme şüphesiyle göz altına aldılar. Meğer o aptal herif ölmemiş.”
“Ve seni ispiyonlamış…”
“İşin garibi de o ya… Polis, adamın verdiği eşgale uygun birini sistemde bulamamış.”
“Ee, öyleyse seni nasıl buldular. Evde bir iz bırakmış olmalısın.”
“Hayır, hiçbir iz bırakmadım. O gece o evde dokunduğum her yeri temizledim. DNA bırakmadığımdan emin olmadan oradan ayrılmadım.”
“İyi de o halde, seni nasıl buldular?”
“Aptal bir sigara paketi sayesinde.”
“Sigara paketi mi?”
“Evet, sigara paketi… Sonumu hazırladığını asla düşünmediğim bir paket sigara.”
“Hiçbir şey anlamıyorum. Doğru dürüst anlatsana şunu.”
“Fatma’nın büyük itirafını yaptığı kafeteryanın, kameriyeli bahçesini hatırlıyor olmalısın. Masada duran sigara paketi bana aitti. O esnada kendimi, anlattığı büyük sırrına öyle kaptırmıştım ki kafeteryadan kalkarken, benim sigara paketimi kendi çantasına koyduğunu fark etmemiştim bile. Polis, Fatma’nın evinden topladığı delilleri inceletince, pakette benim parmak izlerim bulunmuş. Pelin cinayetindeki soruşturmadan sonra beni sistemde bulmak da hiç zor olmamış tabii. Bir de üzerine Fatma’nın sevgilisi beni teşhis edince, inkâra yeltenmenin bir faydası kalmadı.”
Leyla kız kardeşinin son cümlesinden sonra derin bir nefes aldı. Nihayet günlerdir süren cinayet hikayeleri bitmişti. Şimdi sıra cinayetlerin asıl sebebini, bu facianın nedenini öğrenmekteydi. “Evet…” dedi Leyla, içine çektiği derin nefesi geri salarken. “Günlerdir koyduğun tüm şartlara uydum ve sabırla bekledim. Şimdi sıra sende. Anlat bakalım… Bolluk ve zenginlik içinde doğan biri neden katil olur?”
Hülya göğsünü masaya dayayıp Leyla’ya doğru yaklaştı. Kız kardeşinin nefesini yüzünde hissediyordu. Fısıltıdan biraz yüksek bir ses tonuyla, “Bolluk ve zenginlik mi?..” dedi. Leyla, uzun yıllardan beri ilk kez bu kadar yakından yüz yüze geldiği kardeşinin sesindeki kinayeye bir anlam veremedi.
“Sandığın kadar zengin değildim ben sevgili kardeşim. Hiçbir zaman o varlıklı ailenin bir parçası olamadım. Kendimi bilmeye başladığım ilk andan itibaren hissettiğim tek duygu yalnızlıktı. Evet, bedenim o evdeydi fakat ben yoktum. Annemle babamın sadece bir çocuğu vardı; o da sendin. Bense senin basit bir kopyandan başka birşey değildim. Ben, küçücük yaşımda beklemeyi öğrendim. Annemin seni değil de beni emzirmesini, seni değil beni uyutmasını bekledim. Seni elleriyle giydirirken, sıranın bana gelmesini bekledim. Sevilmeyi bekledim, ilgilenilmeyi bekledim, ufacık bir yakınlık aradım… Ama sıra hiçbir zaman bana gelmedi. Seni annem, beni süt anneler emzirdi; seni annem, beni bakıcılar uyuttu; seni annem, beni hizmetçiler giydirdi. Babamın beni bir kez bile kucağına almadığını, fark etmiş miydin? Edemezdin çünkü kucağında sen vardın. Annemin geceleri odama gelip üstümü bir kez bile örtmediğini, biliyor muydun? Bilemezdin çünkü o sırada senin üzerini örtüyordu. Onlara göre ben senin kadar zeki değildim, senin gibi uslu değildim, anlayışlı değildim, sabırlı değildim. Yalancıydım, tembeldim, dağınıktım, asiydim, hırsızdım… Sendeki meziyetlerin yarısı bile yoktu bende. Çünkü onların gözünde Hülya diye biri yoktu.”
Leyla duydukları karşısında, ne diyeceğini bilemez bir halde Hülya’ya bakıyordu. Hülya’ysa hararetli konuşmasına dur durak bilmeden devam ediyordu.
“Konuşmayı bile senden sonra öğrendiğimi sanırlardı. Oysa ben senin susmanı, konuşmak için sıranın bana gelmesini beklerdim. Susmazdın… Senin fısıltını dahi duyan annem ve babam ne yazık ki benim çığlıklarımı duyamadılar. Kaç kez ölmek istedim, bilemezsin. Neden hiçbir zaman seninle aynı kıyafetleri giymediğimi biliyor musun? Çünkü o zaman büsbütün görünmez oluyor, senin aynadaki yansımandan farksız oluyordum. Annem ve babam bizim birbirimizden farklı iki insan olduğumuzu hiçbir zaman kabul etmediler. Zevklerimizin, duygularımızın, düşüncelerimizin, başarılamızın farklı olabileceğini asla anlamadılar. Sen şanslıydın… Hiçbir zaman ben olmaya zorlanmadın. Bense hiçbir zaman sen olmamak için elimden geleni yaptım. Asiliğim, vurdumduymazlığım, duygusuzluğum, sevgisizliğim meğer sen olmamak için harcadığım çabaymış. Ve sen… Yaşadıklarımın en yakın şahidi sen… Görmezden geldiğin Hülya senin varlığının altında ezilirken, kılını kıpırdatmayan sen… Yok sayılmama sebep olan sen… Bana olan kinini sezdirmeden, iyilik maskesinin ardına kötülüğü ustaca gizleyen sen. Bolluk ve zenginlik içinde yaşayan biri neden katil olur, diye sormuştun. İşte cevabı; benim katil olmamın sebebi sensin.”
“Neler diyorsun sen Hülya?”
“Asıl öğrenmek istediğin sorunun yanıtını duymak pek hoşuna gitmedi sanırım.”
“Ne demek bu?”
“Hala anlamamış olamazsın.”
“Anlamıyorum…”
Hülya göğsünü masadan uzaklaştırdı. Ellerini bembeyaz gömleğinin yan ceplerine soktu. Tekrar çıkardığında, elinde parlayan bir nesne vardı. Leyla telaşla kendini geri atmaya çalışırken, Hülya çoktan elindeki şırıngayı onun boynuna saplamıştı. İçindeki sıvıyı hızla enjekte ederken, Leyla’nın hissettiği tek şey, boynundan vücuduna doğru yayılan sıcaklıktı. Aynı anda bedenini gevşedi. Kolları sandalyenin iki yanına düştü. Başı dik durmakta zorlanıyordu.
Hülya, sinsi bakışlarını kız kardeşinin yarı açık gözlerine dikti. “Merak etme sevgili kardeşim, niyetim seni öldürmek değil, birkaç dakikalığına yarı baygın olman benim için yeterli,” dedi ve bir yandan soyunurken bir yandan konuşmaya devam etti.
“Sana söylemiştim; zaman, hayatının hatasını nerede ve ne zaman yaptığını bir tokat gibi yüzüne çarpıyor insanın. Sen o hatayı kelepçelerimi çıkarttırmakla yaptın.”
Hayatının hatası… Leyla asıl hatayı, bu cehenneme gelmekle yaptığının henüz farkında değildi.
“İlk kurbanım Serap’la bir ortak yanımızın olduğunu anlatmıştım, hatırlıyor musun?.. Elbette hatırlıyorsun… Beş gündür ağzımdan çıkan her cümleyi beynine kazıdığından eminim. Bugünü sabırsızlıkla beklemenin tek sebebi bu gerçeği duymak, öyle değil mi? Dinle öyleyse!.. O dandik motel odasında Serap’la karşılaşana kadar hissettiğim duygulardan dolayı annemle babamı suçlardım. O gün, aslında gerçek suçlunun sen olduğunu anladım. Sen olmasaydın, ben yok sayılmayacaktım… Gelelim Serap’la hangi özelliğimizin ortak olduğuna. Bunca sözden sonra artık onunla ortak yönümüzü tahmin etmişsindir fakat ben yine de söyleyeyim; Serap’ın da bir ikiz kardeşi vardı. Doğdukları andan itibaren nefret ettiği, ezdiği, yok saydığı ve sonunda ölümüne sebep olduğu ikizi. O zavallı ne yazık ki benim kadar güçlü olamamıştı. Yaşadıklarına dayanamayıp on iki yaşındayken canına kıymıştı. Düşünebiliyor musun, daha on iki yaşında bir çocukken… Ben de ilk o yaşlarda düşünmüştüm canıma kıymayı. Serap bunları anlatırken kardeşi için ‘Bu dünya güçlü olanların dünyası, güçsüzsen, ölmeyi hak edersin,’ demişti. Kardeşinin intiharından sonra herşeyin çok daha güzel olduğunu söylemişti. Tıpkı senin gibi o da ikizinin yüreğinde kopan fırtınaları çok iyi biliyordu fakat yine senin yaptığın gibi kardeşine yardım eli uzatmak yerine, sinsice onun çöküşünü izliyordu.”
Hülya üzerinden çıkardığı kıyafetleri masaya koydu. Leyla’nın yanına geçip onu da soymaya başladı. Sesindeki öfkeye karşılık, hareketleri ağır ve sakindi.
“O gün Serap’ın söylediği bir söz, kendimi keşfetmemi sağladı. ‘Bence sen de ikizinden nefret ediyorsun, tıpkı onun senden nefret ettiği gibi…’ Evet, senden nefret ettiğimi o anda keşfettim. Yaşadıklarımın, yaşayamadıklarımın, eksikliğimin, öfkemin sebebi sendin.”
Hülya, kardeşinin pelte gibi olmuş yarı çıplak vücuduna kendi kıyafetlerini giydirirken, Leyla ona karşı koymaya çalışıyordu. Çığlık atmak için harcadığı çaba nafileydi. Dudaklarının arasından çıkan kelimeler, sessiz bir fısıltıdan öte gidemedi. “Yar-dım e-din…”
“Boşuna uğraşma Leylacığım, şimdilik sesini duyurmana imkân yok. Bence bağırıp çağırmak için bu kadar acele etme, nasılsa bundan sonraki hayatında hiç istemediğin kadar çığlık atacaksın.”
Hareketsiz bir bedeni giydirmek, oturduğu yerden kaldırıp diğer sandalyeye oturtmak, Hülya’nın hesapladığından daha uzun sürmüş olsa da hâlâ içindeki zehri akıtacak kadar vakti vardı. Leyla’nın at kuyruğu yaptığı saçındaki tokayı söküp kendi saçına taktı. Sandalyesinin arkasında asılı duran çantadan çıkardığı rujun kapağını itinayla açtı. Önce derin derin kokladı sonra dudaklarına sürdü. Dilini rujlu dudaklarında dolaştırdı. O anda duyduğu haz, içini sevinçle doldurdu. Dilinde bu tadı hissetmeyeli ne kadar uzun bir zaman olduğunu düşündü. Az önce kız kardeşinden boşalan yere kendisi oturdu. Hain bakışlarını, sadece kıyafetlerini değil ruhunu da çaldığı kardeşine dikti.
“Tahmin edeceğin üzere Pelin de ikiz kardeşinin intiharına sebep olduğu için öldü. Onun için kız kardeşi, hayattan zevk almayı başaramamış bir budalaydı. Oysa kardeşinin daha on yedi yaşında yaşamdan bezmesinin tek sebebi, Pelin’in varlığıydı. Nevin’in kardeşiyse yirminci yaş günlerinde bileklerini keserek intihar etmişti. Nevin onu öyle sıkmıştı, öyle boyunduruk altına almıştı ki sonunda yaşamaktan vazgeçirecek hale getirmişti. ‘Aptal insanlara hiç katlanamam, buna kız kardeşim de dahil,’ demişti, ondan bahsederken. Demet’i hatırladın değil mi? Hani hepsinden daha cani olan… Öldürdüğü kişi ikiz kardeşiydi. Bilerek, isteyerek, öldürmek amacıyla, oturdukları evin çatı katındaki balkondan itmişti zavallıyı. Üstelik bunu yaptığı için bir an dahi pişman olmamıştı. Gözyaşları içinde ailesine kardeşinin intihar ettiği yalanını söyleyecek kadar da yüzsüzdü. Ve Fatma… O bir haindi. İhanet onun ruhunda vardı. İkiz kardeşinin sözlüsünü utanmadan ayartıp elinden almıştı. Zavallı kardeşi, Fatma’nın düğün günü canına kıymıştı. Peki Fatma ne yaptı? Hiç acımadan uğruna kardeşini toprağa verdiği adamı aldattı.”
Hülya kardeşine doğru eğildi, “Anlayacağın, kurbanlarımın hepsi tıpkı senin gibi kötüydüler,” dedi. Gözyaşları yanaklarından süzülen Leyla’nın çenesini parmaklarının arasına sıkıştırdı. Kısık fakat öfkeli bir sesle, “Duyuyor musun beni?” dedi. “Senin gibi oldukları için ölmeyi hak ettiler. Her biri aslında senin yerine, senin yaşaman için öldüler. O gün duyduklarımdan sonra Serap’ı öldürmeseydim, şu anda beş kişinin değil sadece senin kanın olacaktı ellerimde. Şu anda yaşıyorsan bunu onlara borçlusun sevgili kardeşim. Ölmeyeceksin… Fakat ölmekten beter olacaksın.”
Hülya son sözüyle Leyla’nın çenesini kavrayan parmaklarını gevşetti ve kalktığı sandalyeye tekrar oturdu.
Leyla duydukları karşısında tepki veremese de yaşadığı dehşet gözlerinden okunuyordu. Kardeşi bunu ona yapabilir miydi? Kendi özgürlüğü için onu feda edebilir miydi? İçine çöreklenen korku ağır ağır hareketsiz bedenini sarıyordu. Uçsuz bucaksız bir karanlığın içine hapsolmuş gibiydi.
“Şimdi sen kendi kendine, ‘Nasıl oldu da polis kurbanların ortak noktalarını keşfedemedi,’ diye soruyor olmalısın. Doğrusu bunu ben de çok sordum kendime. Kim bilir, belki de yıllar önce ölüp giden aile fertlerini araştırmak akıllarına gelmemiştir. Benden aldıkları bilgilerin kafalarını karıştırmış olma ihtimali de büyük tabii. Ya da belki de kader yine benden yana olmuştur, ne dersin?”
Hülya, Leyla’nın kendisine cevap veremeyeceğini bile bile, kısa bir an bekledi. Ardından itiraflarına devam etti.
“Cinayet şüphesiyle göz altına alındığımda, sadece Fatma’yı öldürdüğümü sanıyorlardı. Ne yazık ki o cinayette diğerlerindeki başarıyı gösterememiştim. Ufacık bir ihmalim, o sigara paketinin ortadan kaybolduğunu fark etmeyişim, Fatma’nın bir sevgilisi olacağını asla düşünmeyişim sonumu getirmişti. Sorgu esnasında sorulan tüm sorulara, aklın mantığın almayacağı yanıtlar verdim. Dehşetle yüzüme bakan Cinayet Büro Komiserini görünce, doğru yolda olduğumu anladım. Bir cinayetten hapis yatacağıma, beş cinayetten akıl hastanesine gönderilirsem, bu işten daha kolay sıyrılabileceğimden emin oldum. Delilik maskemi ilk o gün taktım yüzüme. Ondan sonra da hapishane yerine tımarhaneye gönderilmek için elimden gelen çılgınlığı yapıp hakimi de savcıyı da doktorları da buna ikna ettim. Bana inanamayacaksın sevgili kardeşim ama bugün yaşanacakları, ben aslında bundan yedi yıl önce tasarladım. Geleceğin günü, deli olmadığım halde, akıl hastanelerinde beklemek çok zordu, inan. Ama ben her zorluğa katlandım ve sabırla bekledim. Ne demişler, ‘İntikam soğuk yenen bir yemektir.’ Yıllar içinde planımı ilmek ilmek işledim. Bana yardım edenler de oldu tabii.”
Leyla bir an, uyuşuk kollarını kıpırdatabildiğini fark etti. İlacın etkisi geçiyor olmalıydı. Gücünü toplamalı ve kardeşi olduğuna inanamadığı bu caninin elinden kurtulmalıydı. Ne yazık ki vücudunun hareketleniyor olmasının, Hülya’nın hain planının bir parçası olduğunu çok geç anladı.
Hülya, masada duran ses kayıt cihazını kapattı ve bir çırpıda çantaya koydu. Kapıya doğru yönelmişti ki geri döndü. Leyla’nın yanına gelip önüne eğildi. “Eninde sonunda benim yanıma geleceğinden, nasıl bu kadar emin olduğumu merak ediyor musun?” dedi. Dudaklarının kenarında beliren sinsi gülümseyiş korkunçtu. “Kemal amcanın, bir seri katille röportaj yapma fikrini nereden bulduğunu zannediyorsun?” Tekrar kapıya yöneldi ve zarifçe tıklattı. Aralanan kapının ardından hasta bakıcı Osman başını uzattı.
“Bir isteğin mi var Leyla kızım?”
“Hülya’ya birşeyler oluyor Osman Bey. Fenalık geçiriyor galiba. Bence doktoruna haber verirseniz çok iyi olur.”
“Hay Allah… Ne oluyor bu kıza böyle kaç gündür? Her gün bir sorun çıkarıyor. Sen merak etme hanım kızım, ben şimdi onu Vedat Bey’in yanına götürürüm.”
“Ah, çok sevindim Osman Bey. Ne iyi insansınız siz. Benim buradaki görevim bugün bitti. Vedat Bey’le de görüşmek isterdim ama acelem var, uçağa yetişmem gerek. Kız kardeşim size emanet, lütfen ona öz kızınız gibi bakın.”
“Gözün arkada kalmasın Leyla kızım. Umarım seni tekrar burada görmek nasip olur. Unutma, kardeşinin hepimizden çok sana ihtiyacı var.”
Hasta bakıcı Osman’ı başıyla onaylayarak kapının aralığından sıyrılan Hülya koşar adım giderken, “Hiç sanmıyorum…” diye fısıldadı.
***
Hasta bakıcı Osman Leyla’nın yanına yaklaştı. O esnada bütünüyle gücüne kavuşan Leyla oturduğu yerden fırlayıp adamın üzerine yürüdü.
“Yardım edin! Osman Bey, lütfen yardım edin! Hülya çok korkunç bir oyun oynadı hepimize.”
Hasta bakıcı Osman, bezgin bir nefes çekti içine. “Ah be Hülya, ne zaman iyileşeceksin sen be kızım?” dedi.
“Ben Hülya değilim. Ben Leyla’yım. Lütfen, inanın bana!”
Bakışlarından sözlerine inanmadığı ayan beyan belli olan hasta bakıcı Osman, Leyla’yı kolundan tutup kapıya doğru çekti. Leyla itiraz etmeye çalıştıkça, hasta bakıcı kolunu daha sert sıkıyordu. Elinden kurtulmak için geriye doğru hamle yaptı. Aynı anda hasta bakıcının bacaklarının arasına sert bir tekme attı. Osman düştüğü yerde acı içinde inlerken, nereden geldikleri belli olmayan üç görevli odaya dalıp Leyla’nın üzerine çullandılar. Leyla yalvaran gözlerini görevlilere çevirip “Ben Hülya değilim,” dedi. “Bırakın beni! Yalvarırım bırakın! Ben Leyla’yım.”
Leyla’nın bedeni, mengeneye sıkıştırılmışçasına çaresizce kıvranırken, aklına odanın dört köşesine döşenmiş kameralar geldi. İçi umutla doldu. Bu girdaptan kurtulacaktı.
“Kamera kayıtlarını inceleyin! Benim Hülya olmadığımı orada göreceksiniz.”
Görevlilerden biri diğerine pişkin pişkin sırıttı.
“O kameraların iki senedir çalışmadığını sen daha öğrenemedin mi be abla?”
“Durun! N’olursunuz durun! Hülya olmadığımı size kanıtlayabilirim. Baş hekimi çağırın. Ya da Vedat Bey’e haber verin! Parmak izimi alsınlar… Hatta DNA testi yapsınlar. O zaman benim Leyla olduğumu siz de göreceksiniz!”
“Abla… Burada kim kaybetmiş DNA testini de sen bulacaksın? Allah aşkına saçmalamayı bırak da gel işte uslu uslu. Bütün gündür hangi birinize koşacağımızı şaşırıyoruz zaten. Sabrımızı zorlama!”
Leyla’nın bu sözleri dinlemeye niyeti yoktu. Var gücüyle çığlık atıyor, adamların ellerinden kurtulmaya çalışıyor, nefes nefese kalmış bir vaziyette Hülya olmadığını haykırıyordu. Etrafını saran adamlar bir kadını zapt edemiyorlardı. “Bu böyle olmayacak,” dedi, genç görevlilerden biri. Arkadaşları Leyla’nın kolunu sıkıca tutarken o da önlüğünün cebinden çıkardığı iğneyi koluna sapladı. Leyla’nın dehşetle bakan gözleri, bir kabus olmasını umduğu gün gibi ağır ağır karanlığa gömüldü.
***
Gökyüzünün mavisi, denizin lacivertine karışıyordu. Parlayan güneş, lüks teknenin ıslak güvertesinde kıvrılan ışık huzmeleri oluşturuyordu. Sıcak havayı yumuşatan meltem, saçlarına değip havaya yükseldi. Teknenin dümenini iki eliyle kavradı. Derin bir nefes çekti içine. Huzurla bıraktı aldığı nefesi. Arkasından nazikçe beline dolanan bir çift kol, kum saati gibi vücudu, seri bir hareketle kendine çevirdi. Dudakları arzuyla birleşirken, onun aklında sadece özgürlüğünün önünde set gibi duran engeli, bir an evvel kaldırmak vardı. Adamın şehvetle vücudunda dolanan ellerini geri itti. “Dur Vedat,” dedi. “Konuşmalıyız…”
Vedat, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi dudağını büktü. “Konuşacak ne var ki Hülyacığım?” dedi.
Hülya, Vedat’ın elinden tutup onu teknenin havuzluğundaki mindere doğru çekti ve oturmasını söyledi. Vedat, yanıbaşına oturan Hülya’ya kur yapmaya devam ediyordu. Hülya’nın yanağına düşen buklesini kulağının arkasına sıkıştırıp onu öpmek için hamle etti. Hülya mahsun bir şekilde başını önüne eğince, Vedat ortada ciddi bir konu olduğuna ikna olup “Hadi, anlat bakalım, nedir seni tedirgin eden?” dedi.
“Bundan sonra ne yapacağımız…”
“Ne mi yapacağız? Tabii ki Amerika’ya gideceğiz. İyileşmen için oradaki imkânları önüne sereceğim. Hem sevdiğim kadını sağlığına kavuşturacağım hem de Tıp dünyası sadece ve sadece Adli Psikiyatrist Vedat Kova’nın başarılarını konuşacak.”
Hülya yapmacık bir tedirginlik yerleştirdiği sesini iyice alçaltıp “Korkuyorum…” dedi.
“Korkacak hiçbir şey yok sevgilim. İki yıl önce seni ilk gördüğüm andan daha fazla seviyorum, bana inan. Biz birbirimiz için yaratılmışız. Hatırlasana… Sen söylemiştin bu sözü. Bana âşık olduğunu itiraf ettiğin gündü. Aslında ben de sana âşıktım fakat bunun imkânsız bir aşk olduğuna inanmıştım. Böyle olmadığına beni inandıran sen oldun. Şimdiye kadar beni senin gibi anlayan bir kadın daha çıkmadı karşıma. Daha seninle tanıştığım ilk gün, diğerlerinden çok farklı olduğunu anlamıştım. Sen benim ruh ikizimsin. Birlikte öyle büyük başarılara imza atacağız ki inanamayacaksın sevgilim.”
Hülya rolünü başarıyla sürdürüyordu. Dudağının kenarına sahte bir gülümseme kondurdu.
“İkiz kız kardeşimin başarımızdaki payını da unutmamalıyız bence. O olmasaydı, ben hâlâ o akıl hastanesinde sürünüyordum.”
“Ben seni iyileştirmek için elimden geleni yapardım Hülyacığım. Tabii Amerika’daki olanaklardan mahrum kalacağımız için öylesi daha uzun sürerdi.”
“Bundan şüphem yok. Aradan yıllar da geçse sen beni iyileştirirmenin bir yolunu bulurdun fakat bu kavuşmamız değil ayrılmamız anlamına gelirdi. Akli dengesi düzelmiş bir katili sokaklara salıverecek değillerdi ya. Cezamın geri kalan kısmını hapishanede geçirteceklerdi bana.”
“Düşünme şimdi böyle saçma sapan şeyler. Tekne turumuz biter bitmez Amerika’ya uçacağız. Korkacak bir şey olmadığına inan artık. Sen bundan böyle Leyla Karaman’sın. Hülya yok artık. O şu anda Adana’da, Adli Psikiyatri Hastanesi’nde cezasını çekiyor. Bana güven, ona öyle bir tedavi şekli uygulamalarını tavsiye ettim ki bundan böyle akıl sağlığını toplamasına imkân yok. Burayı da buradakileri de zihninin derinliklerine göm. Endişelerinin üzerine bir set çek. Sonuçta planımız tıkır tıkır işledi. Rolümüzü öyle güzel oynadık ki hiç kimse bizden şüphelenmedi. Sence biz oyuncu mu olsak? Bu kabiliyetle oskarların hepsini toplardık kesin.”
Hülya cilveyle kıkırdayarak, Vedat’ın attığı kahkahaya eşlik etti. Memnun bir ifadeyle oturduğu yerden kalktı. Bir eli hâlâ Vedat’ın elindeydi. İşveyle omuzlarını oynatıp “Ben kendime soğuk birşeyler hazırlayacağım Vedatçığım, sen de ister misin?” dedi.
Vedat emeline ulaşmak için yanıp tutuştuğu halde sevgilisinin teklifine “Hayır” demedi. Leyla salınarak, kamaranın olduğu bölümün kapısına yöneldi. Vedat ellerini boynuna dayayıp arkasına yaslandı. Gözlerini kapatıp anın keyfini çıkarmaya devam etti.
Hülya, mutfak bölümündeki soğutucunun kapağını açıp iki şişe meyve suyu çıkardı ve bardaklara boşalttı. Üzerlerine yeterli miktarda votka ekledi. Harita masasının üzerinde duran çantasına uzandı. Fermuarını açtı. İki elinin baş ve işaret parmaklarının arasına aldığı astarı sertçe çekerek yırttı. Elini çantanın derinliklerine daldırdı ve küçük siyah şişeyi çıkardı. Yüzünde sinsi bir ifade oluştu. Bardaklardan birine şişecikteki siyanürden bolca damlattı. Elinde içkilerle geri döndüğünde Vedat dümenin başına geçmiş ufku seyrediyordu.
Hülya bardağı Vedat’a uzatırken, “Sana unutamayacağın bir an yaşatacağım sevgilim,” dedi. “Ama önce içkilerimizi yudumlayalım.”
Vedat sabırsızca başına diktiği bardaktaki sıvıyı, birkaç saniye içinde bitirdi. “Yudumlamayı bekleyecek kadar vaktimiz olduğunu sanmıyorum,” dedi.
“Evet, bence de çok fazla vaktin kalmadı Vedatçığım.”
Vedat aniden üzerine çöken halsizlikle sendeledi. Tüm bedeninin alev almışçasına yandığını hissetti. Feci şekilde midesi bulanıyordu. Kesik kesik çıkan nefesi ancak, “Ne yaptın sen?” diyecek kadar dayanabildi. Sağ elini sol göğsüne dayadı ve dümenin üzerine külçe gibi çöktü.
Hülya, son çırpınışlarını yaşayan Vedat’ı sürükleyerek dümenin üzerinden çekti ve koca cüssesini teknenin korkuluklarına dayadı. Belinden yukarısı aşağı doğru sarkan adamın bacaklarını kucakladı ve tepe taklak aşağı fırlattı. Vedat’ın cansız vücudu saniyeler içinde, uçsuz bucaksız denizin derinliklerinde kaybolup gitti.
Herşey çok kolay olmuştu. Şimdiye kadar işlediği cinayetlerin arasında Hülya’yı en uğraştırmayan cinayet buydu. Rahatlamış bir şekilde boynunu sağa sola kırdı. Arka cebinden Leyla’nın cep telefonunu çıkardı. Son aramalara tıkladı. Hızla listeyi aşağı kaydırdı. Aradığını bulduğunda yüzü yine o alışılmış sinsi görüntüye büründü. Karşı taraf üç çalıştan sonra açtı telefonu.
“Alo! Patron… Ne var ne yok?”
“Leyla?.. Neredesin sen kızım? İki gün önce kısa bir mesajla tatil yapıp öyle döneceğini yazdın, ondan sonra sesin çıkmadı. Gazete senden haber bekliyor, sen tatil derdindesin. Bu ne sorumsuzluktur böyle?”
“Tamam patron tamam, haklısın… Özür dilerim… Beni affet.”
“Bir daha böyle bir saçmalık yapmayacağına söz verirsen, belki seni affedebilirim. Ne zaman dönüyorsun? Hülya’yla yaptığın röportajı bir an evvel yayınlamamız gerekiyor. Daha bir sürü işimiz var. Daha fazla oyalanma, neredeysen çabuk gel!”
“Emredersin patron!.. Hemen bugün yola çıkıyorum. Sana muhteşem bir röportaj getireceğim. Hatta bu gece seninle baş başa bir yemek yiyelim, ha, ne dersin? Sana unutamayacağın bir sürprizim var.”