Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

ALKARISI

Diğer Yazılar

ENSE

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

Karanlık, rutubet kokan bir mahzende, soğuk ve ıslak taş zeminde yatıyordu. Rahminden sızan kan bacaklarının arasında küçük bir göl oluşturmuştu. Kıpkırmızı göle, demir parmaklıklı pencereden sızan ay ışığı vuruyordu. Yattığı yerden doğruldu. Bedenindeki acı artık dinmişti. Yerini, yüreğini parçalayan tanıdık bir sızı almıştı. Az evvel son çığlığıyla birlikte dünyaya armağan ettiği bebeği, yaşlı kadının kollarında sessizce yatıyordu. Ağlamıyordu… Boynu, kurak çöllerde susuz kalmış gelincik misali yana düşmüştü. Yaşlı kadın, pelte gibi sarkan bedeni bir çırpıda kirli beze sarıp sarmaladı. Ardına bile bakmadan paslı, demir kapıya yöneldi.

“Büyükanne! Büyükanne! Bebeğimi ver!”

Kadın onu duymuyordu… Onu görmüyordu… Ona bakmıyordu…

“Bebeğimi ver! Onu görmek istiyorum. Büyükanne!”

Yaşlı kadın, ölüm sessizliğine bürünmüş bebeği buruşuk göğsüne bastırdı. Işığı sönmüş, buz mavisi bakışlarını taş zeminde sürünerek yanına yaklaşan kadına çevirdi. Yanı başına diz çöktü. Kulağına doğru eğildi.

“O senin bebeğin değil.”

Ağzından süzülen nefesi buğuluydu, köhneydi, kapkaraydı.

“O benim bebeğim! Ver onu bana!”

Elleri boşlukta savruldu. Yalvaran bakışları yaşlı kadını aradı. Yoktu… Aynı anda kulaklarına dolan demir kapının iç gıcıklayan sesi yüreğini dağladı. Yok olup giden bebeğinin ardından baktı. Feryatları mahzenin duvarlarında asılı kaldı.

“Gitme! Büyükanne! Yalvarırım gitme!”

Acı bir çığlıkla yatağında doğruldu. Nefesi kalbinin hızına yetişmekte zorlanıyordu. Gördüğü kâbus ilk değildi ve son olmadığını çok iyi biliyordu. İşte yine bir hastane odasındaydı. Bu manzarayı çok iyi tanıyordu. Elini karnına götürdü. Karnı hâlâ yuvarlak ve şişti. Umutsuzca saldı nefesini. Bu yuvarlak şişliğin bomboş bir mağara olduğunu bilmek yüreğini yaktı. Soluk, soğuk, kısır bir mağara… İki elini yumruk yapıp öfkeyle vurdu karnına. Kızgındı… Kadere kızgındı… Bedenine kızgındı… Bebeklerini sıkı sıkıya tutmamak için ayak direyen rahmine kızgındı…

Hastane odasının kapısı hızla açıldı. İçeri, yüzü telaştan bembeyaz olmuş bir adam girdi.

“Sevgilim! İyi misin? Kâbus mu gördün yine?”

Adam şefkatle kadına yaklaştı. Terden sırılsıklam olmuş saçlarını alnından çekti. Kadın, çaresiz bir kedi yavrusu gibi başını adamın göğsüne gömdü. “Yine olmadı Kemal,” dedi. Sesi çatlaktı, umutsuzdu, tıpkı rahmi gibi çoraktı.

“Yapma böyle Canan! Seni böyle görmeye dayanamıyorum, biliyorsun.”

“Çok yoruldum Kemal. Üç yılda bu beşinci düşük. Neden?”

“Takdiriilahî bu sevgilim. Kabullenmekten başka elimizden ne gelir?”

Canan başını Kemal’in sıcak göğsünden çekti. Öfkesini gizleme gereği duymadan, “Hayır!” diye bağırdı. “Kabul etmiyorum! Ben bebeklerimi istiyorum! Anlıyor musun beni? Kucağıma alamadan onları Tanrı’ya hediye etmek, acı veriyor bana. Artık dayanamıyorum.”

Kemal bezgin bir bakışla başını öne eğdi. Canan’ın bebek konusunda bu kadar ısrarcı davranmasını anlamıyordu. Altı yıllık evlilikten sonra karısının damdan düşer gibi “Anne olmak istiyorum,” demesiyle başlamıştı her şey. Oysa Kemal kendini baba olmaya hazır hissetmiyordu. Çocuk sahibi olmak büyük sorumlulukları da beraberinde getirecekti. Fakat Canan’ı buna ikna etmek imkânsızdı. O, bütün zorlukların üstesinden gelebileceğine inanıyordu.

Ne yazık ki işler Canan’ın planladığı gibi gitmemişti. İlk iki hamileliğinde düşükler erken dönemde gerçekleştiği için kayıplarının acısını atlatmak daha kolay olmuştu. Sonraki hamilelikler yirmi dördüncü haftadan sonra sonlandırılmak zorunda kalınca, Canan’ın hayatında dayanılmaz acılar, hayal kırıklıkları, uzun süren depresyon tedavileri birbirini kovalamıştı.

“Belki de artık vazgeçme vakti gelmiştir, ha… Ne dersin?”

“Vazgeçmek mi? Asla! Doktoru duydun, fiziksel hiçbir sorunumuz yok. Bebeklerimin neden düştüğüne o bile bir anlam veremezken sen bana vazgeçmeyi teklif ediyorsun. Sana inanamıyorum.”

“Çok yorgunsun, üstelik acı çekiyorsun. Bunları konuşacak daha çok vaktimiz olacak.”

“Konuşacak bir şey yok Kemal! Ben son sözümü söyledim.”

***

Beykoz’un Akbaba köyünden geçip ağaçlıklı ve engebeli orman yoluna saptılar. Kemal tüm dikkatini yola vermiş, konuşmadan aracı sürüyordu. Canan ise bir aşağı bir yukarı sallanan arabanın camına başını dayamış, dışarıyı seyrediyordu. Son üç aydır başlarına gelen felaketler aklına geldikçe, içine sinsi bir yılan gibi çöreklenmiş, bitmek bilmeyen o sıkıntı daha da artıyordu. Hastaneden çıktığı günden sonra her şey üst üste gelmiş, doğru dürüst acısını bile yaşayamadan kendini bambaşka dertlerin tam ortasında bulmuştu.

İlk darbe Canan’ın çalıştığı gazeteden gelmişti. Son yıllarda sergilediği başarısızlıklar yüzünden, cüzi miktarda tazminatla işine son verilmişti. Neyse ki Kemal iyi kazanıyordu ve Canan’ın işten çıkarılmış olması maddi sıkıntı çekmelerine yol açmayacaktı. Ne yazık ki bunun böyle gitmeyeceğini anlamaları fazla sürmedi. Kocası, iş arkadaşlarından biriyle aralarında yaşanan tartışma sonucu bir gün içinde işsiz kaldı. Üstelik sadece işsiz değil, evsiz de kalacaktı. Oturdukları daire şirkete aitti ve Kemal’le bağlarını koparan şirket, birkaç hafta içinde daireyi boşaltmaları için ihtarname göndermişti.

Kendilerine tanınan o kısacık süre içinde yeni bir iş ya da ev bulmaları imkânsızdı. Yakın arkadaşları Sema’nın yardım teklifini kabul edemezlerdi. Kazancını da kazancıyla ailesine bakmak zorunda olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Bankadaki birikimleri yeni bir hayata başlamak için yeterli değildi. İçinde bulundukları çaresizlik Canan’ı aslında yapmayı hiç istemediği bir şeye zorlamıştı. Yeni bir ev bulana kadar büyükannesinden kendisine miras kalan köşkte kalacaklardı.

Canan büyükannesini ve köşkü en son gördüğünde altı yaşındaydı. Bir sabah annesi ve babasıyla birlikte apar topar, kaçarcasına ayrılmışlardı köşkten. Ne olmuştu, neden büyükannesiyle aralarındaki ipleri koparmışlardı, bilmiyordu. Kader Canan’a bu sorunun yanıtını alma fırsatını vermemişti. On iki yaşındayken geçirdikleri trafik kazasında arabadan sağ çıkan tek kişi Canan olmuştu. Ne yazık ki büyükannesi torununu almayı kabul etmemişti. Bu yüzünden yetimhane köşelerinde büyümüştü. Ara sıra yolladığı harçlıkların, eğitim masraflarını üstlenmesinin hiçbir kıymeti yoktu. O kadın, tek evladının yavrusunu bir başına bırakmıştı. Onu asla affetmeyecekti… Üç yıl önce çalıştığı gazeteye bir avukat gelip kendisine büyükannesinden bir köşk kaldığını söylediğinde düşündüğü tek şey, orayı satmak olmuştu. Fakat ne babasının doğduğu evi satmaya ne de annesinin cehennem dediği yerde yaşamaya cesaret edebilmişti. Köşkü kaderine terk etmekten başka çaresi kalmamıştı.

Kemal’in, karısının milyonluk bir köşke sahip olduğundan haberi yoktu. Bunu öğrendiğinde vereceği tepki, Canan’ı çok korkutuyordu. Neyse ki korktuğu gibi olmadı. Kemal ne karısının kendisinden sır gibi sakladığı köşkün varlığına itiraz etmişti ne de orada oturma fikrine. Piyangodan çıkan bir fırsattı onun için bu köşk.

Canan, Kemal’in neşeli sesiyle daldığı hatıralardan sıyrıldı.

“Ve karşınızda Canan Hanım’ın köşkü…”

Burası köşkten çok şatoyu andırıyordu. Üstelik son üç yıldır sahipsiz olmasına rağmen muhteşem görünüyordu. Hayran bakışlarla arabadan inen Kemal ve Canan, köşkün dış kapısı birdenbire açılınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Yaşlı ve şık giyimli bir adam, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle onlara doğru koşuyordu.

“Canan Hanım… Küçük hanım… Hoş geldiniz.”

Canan hafızasını zorladı. Eskiden burasının hizmetliler, uşaklar, bahçıvanlarla dolup taştığını hatırladı. Bu adam da onlardan biri olmalıydı. Aklında kalan tek kişi babasının dadısı Hüda Kalfa’ydı. O da büyük ihtimalle artık yaşamıyordu. Eğer yaşıyor olsaydı ne yapar eder, Canan’ın izini bulurdu.

“Özür dilerim, sizi hatırlayamadım.”

“Nereden hatırlayacaksınız küçük hanım? Rahmetli babanız sizi götürürken daha minicik bir çocuktunuz. Ben büyükannenizin hizmetkârlarından Agâh Hürkan. Köşkün uşağıyım. Efsun Hanım ölüm döşeğindeyken siz köşkü teslim alana kadar burada yaşamamı ve her türlü bakımını yapmamı vasiyet etmişti. Bunun için mirasından bana yüklüce miktarda para tahsis edildi. Üç yıldır bir ben, bir de bu koca köşk, yaşar gideriz burada.”

“Peki, Canan olduğumu nasıl anladınız?”

“Bunu anlamayacak ne var küçük hanım? Büyükannenizin gençliğine öyle çok benziyorsunuz ki bir an rahmetli öteki âlemden zuhur etti zannettim.”

“Büyükanneme bu kadar benzediğimi bilmiyordum. Babam da hiç bahsetmemişti böyle bir benzerlikten.”

“Babanız annesine dargındı ya, ondan olacak bahsetmeyişi. Yoksa o da sizi severken, ‘Küçük Efsun,’ diye severdi. Neyse, lafa tuttum sizi yorgun argın, kapı önünde. Buyurun, içeriye geçin. Bir sürü oda var, en güzelini seçin, yerleşin. Ben de bir taksi çağırayım da beni götürsün. Mademki köşkün gerçek sahibi geri döndü, benim görevim de burada bitmiş demektir.”

“Gitmenize gerek yok Agâh Bey. Biz burada kalıcı değiliz zaten. Yeni bir ev bulana kadar bir, bilemediniz iki ay içinde gideceğiz bu köşkten. Siz hayatınıza kaldığınız yerden devam edersiniz.”

“Olur mu hiç öyle şey, küçük hanım? Burası sizin tapulu malınız. Oturmak istemiyorsanız, satarsınız.”

“Satamam…”

“Satamam,” diyen Canan’a ters bir bakış atan Kemal, belli ki karısıyla aynı fikirde değildi.

İki katlı ahşap köşkün içi tam da Canan’ın hatırladığı gibiydi. Sanki bu köşkte hayat, yirmi beş yıl önce gördüğü o son anda asılı kalmıştı. Şaşaalı salonları, yemek odaları, el oyması gümüşlükleri, altın varaklı koltukları, mermer tablalı sehpaları, gümüş sırmalı kadife perdeleriyle antika dergilerinden fırlamış gibiydi. Ne yazık ki alt kattaki parıltı yatak odalarının olduğu ikinci katta görünmüyordu. Aksine soğuk, kasvetli ve ürperticiydi. Canan bu katı çocukken de sevmediğini hatırladı.

Agâh Bey, Canan’a dönüp “İsterseniz sizi Efsun Hanım’ın odasına alayım küçük hanım. Orası hem çok büyük hem de ferahtır, rahat edersiniz,” dedi. Canan omuz silkerek yanıtladı uşağın sorusunu. Hangi odada kalacaklarının ne önemi vardı ki?

Odaya girdiklerinde altın renkli pirinç karyolanın başucunda asılı duran tabloyu görür görmez Canan’ın hafızasında beliren anılar tüylerini diken diken etti. Tabloda kurumuş, karanlık bir ormanın ortasında çırılçıplak dikilen bir kadın ve vücuduna dolanmış bir yılan resmedilmişti. Arka plan ne kadar ölümü çağrıştırıyorsa, ön plandaki dağınık saçlı kadın o derece canlı görünüyordu. Kadının bedenine dolanmış iri yılan, iyiyle kötünün aynı bedende can buluşunu simgeliyor gibiydi. Canan birçok geceler bu odadan gelen çığlık seslerini duymamak için başını yastığına sımsıkı gömdüğünü hatırladı. O sesler kime aitti, bunu sormaya asla cesaret edememişti. 

Hayran bakışlarla gözlerini tablodan ayıramayan Kemal’in uzun ve ahenkli ıslığıyla kendine geldi. “Canancığım,” dedi Kemal. “Sizin Efsun Hanım da güzelden anlıyormuş besbelli. Bu tablo bir şaheser. Orijinal olmadığı belli fakat ünlü bir eserden kopyalandığına kalıbımı basarım.”

Canan, Kemal’le aynı fikirde değildi. Bu tabloya baktığında içini kaplayan his, güzellikten çok uzaktı. Çocukken bu resimden çok korkardı. Resimdeki kadına “Yılan kadın,” derdi. Bazen masumiyeti görürdü o kadının yüzünde, bazense o zamanlar adını koyamadığı bir korku sarardı minicik yüreğini. Kadının mı yoksa yılanın mı daha masum olduğuna karar veremezdi bir türlü.

***

Sessizliğin karanlıkla buluştuğu o anda nefes alıp verişi yavaşladı. Bedenini yalancı bir ölüme terk etmek üzereydi. Kör kuyular kadar karanlık, derin denizler kadar sessiz oda yavaş yavaş varlığını yitirecek, yerini rüyalar âlemi alacaktı. O âlemde, gerçek hayatta yüzlerini bile göremediği bebeklerini şefkatle kucaklayacaktı. Başucunda asılı duran tablodaki yılanın, gözlerini kendisine diktiğinden habersizdi.

Yılan, dolandığı çıplak vücuttan ağır hareketlerle aşağıya süründü. Çorak ormanın kurak toprağına çöreklendi. Gözleri hâlâ onun üzerindeydi. Zehir saçan dili çatlak ve ıslaktı. Usulca toprak zeminde hareketlendi. Sürünerek tablodan dışarı çıktı. Yüzyıllardır teniyle bir olduğu kadını ardında bıraktı. Karanlığı delerek, ağır ağır yaptığı her hareket, onu hedefine biraz daha yaklaştırdı.

Nefesiyle nefesi karşı karşıya geldiği an, yılan olduğuna hayıflandı. Porselen gibi tenine dolanmamak için zor dayandı. Aynı anda tablodaki kadının kıpırdadığını görüp hızla karanlığa doğru kaçtı.

Kadın, olduğu yerde ağır ağır dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini yere dayadı. Asırlardır vücudunda sarılı duran yılandan öğrenmiş olacak ki sürünerek tablodan dışarı çıktı. Yatağa uzandı. Başını kadına doğru çevirdi. Yüzü saçlarına değiyordu. Hırıltılı bir nefes alıp kulağına fısıldadı.

“Caanaaan…”

Canan duyduğu sesle gözlerini açtı. Üzerine çöken karanlık, etrafı görmesine imkân vermiyordu. Göremese de yanı başında birinin nefesini hissediyordu. Buz gibi soğuk nefesin tenine değdiği her an, tüyleri diken diken oluyordu. Başını o yöne çevirmeyi istese de kalbini saran korku bulutu bunu yapmasını engelliyordu. Hırıltılı nefes bir an durur gibi oldu. Bedeninden uzaklaştığını hissedebiliyordu. Rahat bir nefes alıp gözlerini kapadı. Yatakta sırt üstü döndü ve nefesini verirken gözlerini tekrar açtı. Tam üzerinde boylu boyunca uzanmış, havada asılı duran korkunç yüzlü yaşlı kadınla göz göze geldi.

Yaşlı kadının yüzü kurumuş kireç rengindeydi.  Gözbebeklerinin parlak kızılı ölümü çağrıştırıyordu. Dişleri çürüktü ve nefesi iğrenç kokuyordu. Yer yer dökülmüş kır saçları başının iki yanından aşağı sarkmıştı. Uzun tırnaklı, buruşuk elini Canan’ın yüzünde gezdirdi. Korku, Canan’ı iliklerine kadar esir almıştı.

Korkunç yaratık karanlık bir mağarayı andıran ağzını açtı. Başını yaklaştırdı. Kokuşmuş nefesi nefesine karışıyordu. Çatlak bir sesle “Ver onu bana!” dedi. Cehennemdeki bütün iblisler bir araya gelse bu sesi çıkaramazdı.

“Canan! Sevgilim uyan! Canan!”

Gözlerini açtığında hâlâ çığlık atıyordu. Yatakta delirmiş gibi tepiniyor, Kemal’i itiyor, tortop ettiği vücudunu saklamaya çalışıyordu. Odası artık karanlık değildi, sessiz de değildi fakat hâlâ çok korkunçtu.

“Kâbus görmüş olmalısın sevgilim. Lütfen kendine gel. Bak geçti, bitti artık.”

Canan büzüştüğü yerden doğrulup Kemal’in boynuna atıldı. Katıla katıla ağlıyordu. Kocasının telkin edici sözleri bir süre sonra etkisini göstermeye başladı. “Korkunç bir kâbustu Kemal,” dedi. “Çok ama çok korkunçtu!” Nefesi hâlâ düzensizdi.

“Geçti gitti hayatım. Unutmaya çalış. Sadece bir kâbustu.”

Canan başını tablodan tarafa çevirmeye cesaret edemiyordu. O resmi bir kez daha görmek istemiyordu. İşaret parmağını tabloya doğrultup “Şu şeyi tepemden alır mısın lütfen?” dedi.

***

Akşam olmak üzereydi. Canan hazırladığı sofraya son bir kez daha baktı. Eksik bir şey yok gibi görünüyordu. Bugün Kemal’le dokuzuncu evlilik yıl dönümleriydi. Son zamanlarda yaşadıkları zorluklar nedeniyle kocasının sinirleri çok bozuktu. Bu yemek biraz olsun keyfini yerine getirebilirdi.

Köşke taşınalı neredeyse üç hafta olmuştu. Canan, ilk gece gördüğü kâbustan sonra buraya taşınmanın sandığı kadar iyi bir fikir olmadığını düşünmekten kendini alamıyordu fakat ne yazık ki gidecek başka bir yerleri yoktu.

İş bulma konusunda Canan, Kemal’e göre daha şanslı çıkmıştı. Geçici de olsa bir yayınevine çeviri yapacaktı. Kemal ise eski işinin sunduğu standartlara öyle çok alışmıştı ki kalifiyesi düşük işlere yönelmek gücüne gidiyordu. Gündüzleri şehre iniyor, bütün bir günü iş arayarak geçiriyordu.  

Aslında bütün gün burada yapayalnız olmak Canan’ın hiç hoşuna gitmiyordu. Günlerdir köşke gelmesini beklediği arkadaşı Sema, bir türlü işlerini yoluna koyup gelememişti. Agâh Bey de bütün ısrarlarına rağmen köşkten ayrılmayı tercih etmişti. Bu sessizlikte delirmek istemiyorsa kendini işine kaptırmalıydı.

Isıttığı çorba tenceresini masaya yeni koymuştu ki köşkün bahçesinden bir araba sesi geldi. Koşarak antredeki antika portmantonun yıllara meydan okumuş aynasına çevirdi bakışlarını. Kocası kapıyı açtığında ona mükemmel görünmek istiyordu. Aynada yansıyan yüzüne, bukleli saçlarına ve kocasının çok sevdiği mavi elbisesine baktı. Hastanedeki perişan hâli geldi gözünün önüne. Elini karnına götürdü. Yüreği yandı.

O anda kulağına bir bebek sesi geldi. Acı acı ağlıyordu sesin sahibi. Neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette etrafına bakındı. Kimseler yoktu. Ses kesilmişti. Başını yeniden aynaya çevirdi ve kısa, çok kısa bir an, antrenin en kuytu köşesinden aynaya yansıyan bir gölge gördü. Boğazından istemsizce kısa bir çığlık çıktı. Kalbi deli gibi atıyordu. Saçının telinden ayaklarının ucuna kadar hissettiği korku, tarif edilemezdi. Arkasına dönmeden gözlerini sımsıkı yumdu. Korkacak bir şey olmadığına kendini inandırmaya çalıştı. Dinlenmesi için zihnine birkaç saniye zaman verdi. Bütün günü çeviri yaparak geçirmişti ve dinlenmeye vakit bulamadan mutfakta almıştı soluğu. Yorgunluktan beyni ona oyunlar oynamaya başlamıştı belli ki.

Kemal’in kapıyı açmasıyla o da gözlerini açtı. Önce aynaya baktı. Kuytu köşe bomboştu. Başını çevirip gözlerini antrede gezdirdi. Böyle bir saçmalığa inanacak kadar saf olduğu için kendine kızdı. Yüzüne en güzel gülümsemesini iliştirdi ve Kemal’e sarıldı. Fakat kocası aynı gülümsemeyle karşılamamıştı Canan’ı. Yüzündeki ifadeye bakılırsa, iş arama çabaları bugün de bir sonuç vermemişti.

Kemal geldiğinden beri sessiz sedasız oturuyordu. Evlilik yıl dönümleri olduğunu unuttuğu belliydi. Hatta Canan’a bu hazırlığın sebebini bile sormamıştı. Canan da onu sıkboğaz etmek istememiş ve üzerine gitmemişti. Kemal’in suratsızlığı canını yeterince yakıyordu ve unuttuğu yıl dönümünün konusunu açıp kavga çıkarmak istemiyordu.

Suratsız olduğu kadar iştahsız da görünen Kemal, tabağında duran yemeği didikleyip duruyordu. Sonunda istemediğini belirtircesine kenara itti tabağını. Öfkeyle, “Şu köşk konusunu artık enine boyuna bir konuşsak, diyorum,” dedi.

Canan bütün günü nefret ettiği bir kadının köşkünde yapayalnız geçirirken, aynı zamanda çeviri yapıp para kazanmaya çalışırken kocasının, üstelik evlilik yıl dönümlerinde, ona böyle soğuk ve öfkeli davranmasına içerlemişti.

“Nesi varmış köşkün konu edilecek?”

“Satalım bu köşkü. Parasıyla kendimize istediğimiz hayatı kurarız. Hem bak…”

“Satamayız!”

“Nedenmiş o?”

“Nedeni, niçini yok Kemal! Satamayız diyorsam satamayız, o kadar!”

“Bak Canan, sana son kez söylüyorum. Başka çaremiz yok. Burayı satmalıyız. Senin saçma sapan inadın yüzünden, varlık içinde yokluk çekiyoruz.”

Kemal’in neden böyle davrandığını anlayamıyordu. Maddi sıkıntılar kocasını bu kadar çabuk değiştirmiş olamazdı. Oturduğu sandalyeden kalktı. “Ben bir eksiğimizin olduğunu düşünmüyorum Kemal. Bir ay önceki maddi olanaklarımız olmayabilir fakat bu, durumumuzu değiştiremeyeceğimiz anlamına gelmez. Yavaş yavaş da olsa istediğimiz birikimi yapacağız ve ondan sonra her şeye kaldığımız yerden devam edeceğiz,” diyerek tartışmaya son noktayı koymayı hedefledi.

Kemal’in konuyu kapatmaktan çok, uzatmak niyetinde olduğu açıktı. Ses tonunu daha da yükselterek “Zor ederiz!” dedi.  “Şirket beni bütün şehre rezil etmiş. Hiç kimse bana iş vermeye yanaşmıyor. Sen bugün benim neler yaşadığımı biliyor musun? Beşinci sınıf bilişim şirketleri bile yüzüme bakmadılar.”

“Öyleyse sen de başka sektörlerde iş ara. Mecbur musun bilişim sektöründe çalışmaya?”

“Aramadığımı mı sanıyorsun? Satış elemanlığına kadar düşeceğim böyle giderse. Bunu mu istiyorsun? Hadi artık, inadı bırak! Satalım şu köşkü. Parasıyla istediğimiz işi kurabiliriz. Hem, neden satamazmışız, anlamıyorum. Büyükannenden nefret ettiğini söylerdin hep. Şimdi ondan kalan köşk neden bu kadar kıymetli oldu gözünde?”

“Satamayız Kemal, neden anlamak istemiyorsun? Büyükannemle hiçbir ilgisi yok. Burası onun olduğu kadar babamın da yuvasıydı. Onun doğduğu evi satamam. Babama bu saygısızlığı yapamam.”

“Baban artık hayatta değil Canan. Hayatta olan ve zor durumda olan biziz. Yaşasaydı emin ol ki kendi elleriyle bu köşkü satar ve parasını bize verirdi. Üstelik oturmaya da yanaşmıyorsun. Günün birinde uşağa hibe edilmek üzere bekliyor koca köşk. Bu ne saçmalıktır böyle?”

Canan’ın konuyu kapatma çabaları her defasında sonuçsuz kalıyordu. “Burada yaşamak istemiyorum!” dedi, fısıltıdan biraz yüksek bir ses tonuyla.

Kemal’in yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Sesinin ayarı kalmamıştı artık.

“Saçma sapan takıntılarına kendini öyle kaptırmışsın ki gerçekleri göremiyorsun. Tıpkı çocuk meselesinde olduğu gibi yine burnunun dikine gidiyorsun.”

Canan duyduklarına inanmakta zorlanıyordu. Tanıdığı Kemal bu değildi. “Çocuk meselesi mi?” derken sesi titredi.

“Çocuk meselesi ya… Bir türlü doğuramadığın çocuk meselesi…”

Canan, içinde bir yerlerde bir şeylerin kırılıp döküldüğünü hissetti. Kemal gerçekten böyle mi düşünüyordu? Bebeklerini doğuramadığı için Canan’ı mı suçluyordu?

“Senin gerçekleri kabullenememe takıntın var Canan. Onca psikolojik tedaviden sonra iyileşmemek için hâlâ inat ediyorsun. Çocuğumuz olmuyorsa, olmuyor demektir. Kader, deyip bunu kabul etmekten başka çaremiz mi var? Olmayan bir işe bu derece sıkı sıkıya bağlanmak sence normal mi? Bu boş işleri bırak ve artık gerçek dertlerimize çare aramaya başla!”

“Konumuz köşkün satılması, sanıyordum. Fakat görüyorum ki seni rahatsız eden tek sorun köşk değilmiş. Baba olmak istemediğini bundan daha açık cümlelerle anlatamazdın.”

“Sen kaybettiğimiz bebeklerimizin acısını bir tek kendin mi çekiyorsun sanıyorsun? Her kaybımızın ardından bir tek sen mi yıkılıyorsun? Ben yoruldum artık Canan. Vazgeç artık, vazgeç…”

Muhabbet tartışmaya, tartışma kavgaya dönüşmüştü. Canan’ın “Vazgeç,” diyen kocasına “Asla!” diye bağırması bardağı taşıran son damla olmuştu. Kemal hızla ayağa kalktı. Düşen sandalyeye bir tekme attıktan sonra “Ne hâlin varsa gör!” dedi. “Tek başına çocuk yapmayı becerebilirsen, ne âlâ.” Arkasına bile bakmadan dışarı çıktı. Dışarıdan gelen acı fren sesi Kemal’in gittiğinin kanıtıydı.

***

Canan ağlamaktan şişmiş gözlerini elinin tersiyle son kez sildi. Ne vakittir bu sandalyede oturduğunun farkında bile değildi. Kendini hiç olmadığı kadar üzgün ve çaresiz hissediyordu. Ne hayallerle hazırladığı sofraya baktı. Kocasının acı sözleri kulaklarında çınladı. Gözyaşlarının tekrar akmasına izin vermeden ayağa kalktı. Uyumak ve her şeyi unutmak istiyordu.

Bitkin vücudunu köşkün ahşap merdivenlerinden zar zor sürüklerken duyduğu sesle olduğu yerde kaldı. Yine bir bebek ağlıyordu. Ses o kadar yakınında yankılanıyordu ki sanki ağlayan bebek kucağındaydı. Koşar adım merdivenleri tırmandı. Son basamağı da aşıp yatak odalarının bulunduğu holün girişinde durdu. Bakışlarını tek tek bütün kapılarda dolaştırdı. Ses hâlâ susmamıştı. Kimin bebeğiydi ağlayan? Neden ağlıyordu? Annesi neredeydi? Üstelik diğer soruları askıda bırakacak çok büyük bir sorun vardı; şu anda bu evde bir bebek olmasına imkân yoktu.

Bir anda köşkün açık olan bütün ışıkları söndü. Bilinmezliğin denizinde, ağır ağır dibe battığını hisseden Canan çok korkuyordu. Karanlığı delip geçen bebek sesi büyükannesinin odasından geliyordu, bundan emindi.

Üç adımda varacağı odanın kapısı sanki metrelerce uzağındaymış gibiydi. Kapının altından sızan kırmızı ışık huzmesi bir o yana bir bu yana kımıldıyor, adeta dans ediyordu. Ağır adımlarla kapıya yaklaştı. Kalbinin sesi bebeğin sesini bastırıyordu. Titreyen elini kapı koluna uzattı, sımsıkı kavradığı metal kulp alev alevdi. Elinin yanmasına aldırmadan açtı kapıyı. Gördüğü manzaraya inanmak imkânsızdı.

Yatakta çırılçıplak bir kadın vardı. Doğum yapıyormuş gibi dizlerini bükmüş, bacaklarını toplamış ve iki yana ayırmıştı. Bacaklarının arası kan gölüne dönmüştü. Yüzündeki göz alıcı beyazlığı, bakışlarındaki ürpertici karanlık gölgeliyordu. Gözlerinin akı dipsiz kuyular gibi kapkaraydı. Gözbebekleri deli bal rengine bürünmüştü. Ağlıyordu… Kanlı gözyaşları beyaz yanaklarından süzülüyor, memelerinden damlayan süte karışıyordu. Yüzünde hem hüzün hem öfke hem acı aynı anda yer etmişti. Kadın, kasvetli gözlerini Canan’ın üzerine dikti. Hırıltılı bir nefes çekti içine, nefesini verirken, “Bebeğimi ver!” diye bağırdı. Ancak cehennemin en derin çukurlarında kıvranarak azap çeken biri bu sesi çıkarabilirdi.

Aynı anda tabloyu fark etti. Yine duvardaydı. Fakat ilk gördüğü hâlinden çok başkaydı. Altın saçlı, masum yüzlü kadın ve bedenini sarmalayan yılan yok olup gitmişlerdi. Arkalarındaki kurak orman alevlere teslim olmuştu. Tablodan dışarı sızmak için çerçevenin kenarlarını zorlayan yangının tam ortasında bambaşka biri duruyordu.

Çırılçıplaktı… Uzun, dağınık ve yağlı saçları omuzlarına yapışmıştı. Kertenkele derisini andıran teninin rengi nefes alan hiçbir canlının rengine benzemiyordu. Gözlerinin akı hafifçe aşağı süzülmüş, kan kırmızısı gözbebekleri yuvalarından fırlamıştı. Yanakları içine göçmüş, elmacık kemikleri dışa doğru sivrilmişti. Çürük dişlerinden kan damlıyordu. Sarkık ve buruşuk memeleri, kucağındaki bebeğin kana bulanmış kundağına değiyordu. Korkunç bakışlarını Canan’a çevirdi. Bir deri bir kemikten ibaret kollarını gevşetti. Dur durak bilmeden ağlayan bebeği yere bıraktı. “Canaaan,” diye hırladı. Bedeninin aksi yönüne bakan ayakları sabırsızca kımıldadı. 

Canan’ın dehşet içinde aldığı nefesi ciğerlerinde asılı kaldı. Bu korkunç görüntü karşısında dili tutulmuş, bedeni adeta felç olmuştu. Vücudundaki tek kıpırtı, ağzından süzülen köpüklerdi. Kaskatı olmuş vücudu, karnından kasıklarına doğru yayılan ağrıya tepki veremese de o, ağrının şiddetini iliklerine kadar hissediyordu. 

Tablodaki korkunç yaratık ağır ağır hareketlendi. Susuz kalmış toprak gibi çatlak ve solgun elini dışarı uzattı. Bedeni tabloyu terk etmezken, kolu uzuyor, uzuyor, kemikli parmakları yılan misali kıvrılarak Canan’a doğru süzülüyordu. Keskin, sivri tırnaklı el, her geçen saniye biraz daha yaklaşıyordu. Yaşlı yaratığın elini yüzünde hissetmeye başlamıştı ki o anda Canan ve yaratığın arasında, tam kapının önünde Hüda Kalfa belirdi. Canan’ı omuzlarından tutup kapının dışına savurdu. “Git buradan, git!” diye bağırdı ve kapıyı sertçe çarptı.

Birdenbire tüm sesler kesildi. Odasının kapısının altı yine karanlığa büründü. Köşkün bütün ışıkları aynı anda yandı. Canan kim bilir ne zamandır ciğerlerine hapsettiği nefesini, bir kerede bıraktı. Artık hareket edebiliyordu. Karnındaki ağrı tıpkı o korkunç yaratık gibi birdenbire yok olmuştu. Dudaklarının arasından süzülen köpükleri elinin tersiyle sildi. Ne olmuştu böyle? Yaşadığı bu olaya bir isim veremiyordu. Gördükleri gerçek olamazdı. Kâbus hiç değildi. Aklı karmakarışıktı. Şu anda düşünebildiği tek şey, bir an önce buradan kaçıp gitmekti.

Koşarak aşağıya indi. Köşkün büyük salonunu aşıp antreye vardı. Yıllara meydan okumuş, işlemeli kapıyı açtı ve kendini dışarı attı. O anda vücuduna yediği bir darbe ile yere savruldu. Tam karşısında, yerde oturmuş başını ovalayan kadını görür görmez tüm gücüyle boynuna sarıldı.

“Sema!”

Sema tam zili çalacakken birdenbire açılan kapının ardından fırlayan Canan’la çarpıştıktan sonra neye uğradığını şaşırmıştı.

“N’oluyo kızım ya? Katır tepti zannettim. Kafamı kıracaktın.”

“Sema, kalk çabuk! Hemen gitmeliyiz buradan.”

“Aa, delirdin mi kızım sen? Hoş geldin diyeceği yerde, kalk gidiyoruz diyor. Zaten başım dönüyor. Ne biçim çarptın öyle ya…  Şu anda beyin sarsıntısı geçiriyor olabilirim.”

“Sema lütfen. Hemen gitmeliyiz. Çabuk ol!”

“Nereye gidiyoruz Canan? Kafayı mı yedin sen ya?”

“Bu köşkte bir dakika dahi duramam ben artık.”

“Önce bir kendine gel, sonra da doğru dürüst anlat şunu. Neden gidiyormuşuz, hem de hemen?”

“Bırak şimdi anlatmayı falan. Hadi, gidelim. Araban nerede?”

“Kafan gitti iyice ya… Arabamı size verdim ya şekerim, unuttun mu? Taksiyle geldim ben. Bir yere gidemeyiz yani. Hem Kemal nerede? Gecenin bu saatinde seni yalnız bırakıp hangi cehenneme gitti.”

“Bilmiyorum, gitti işte. Boş ver şimdi Kemal’i falan. Bir taksi çağıralım ve gidelim buradan. Bu köşkte çok acayip şeyler oluyor.”

Sema, Canan’ın korkudan titreyen ellerini tuttu. Alaycı bir ses tonuyla , “Hii!” diye iç çekti. “Perili köşk mü yoksa burası?” Ardından gelen kahkahası, kocaman köşkün karanlık bahçesinde yankılandı.

“Allah’ını seversen Canan, bırak da içeri girelim. Yorgunluktan gebermek üzereyim. Bütün hafta köleler gibi çalıştım ve hafta sonunu burada sizinle geçireceğimin hayaliyle ayakta kaldım. Sözde sana sürpriz yapacaktım. Kafamı kırarak sen bana sürpriz yaptın. Kusura bakma ama ben hiçbir yere gitmiyorum. Amcam bütün sülalesini toplamış, bize gelmiş. Bu hafta sonu o eve geri dönmem için kafayı yemiş olmam lazım.”

Canan bir nebze olsun sakinleşmiş gibi görünse de yüreğinin derinliklerindeki korku hâlâ içini kemirmeye devam ediyordu. Köşkün taş merdivenlerine arkadaşının yanına oturdu ve “Çok kötü şeyler oldu Sema,” dedi. Kemal’le kavgalarını ve ardından gelen dehşet dolu anları kelimelere dökerken sanki her şeyi tekrar yaşıyor gibiydi.

“Canım arkadaşım, inan bana korkacak bir şey yok. Burası da her ev gibi taştan, tahtadan yapılmış işte. Burada ben de tek başıma kalsam, o-hoo, kim bilir neler kurardım kafamda. Üzüntüden, yalnızlıktan sinirlerin bozulmuş senin. Bunun başka bir açıklaması olamaz. Hadi, gel içeri girelim. Sana şöyle güzel bir melisa çayı yapayım. Gevşersin, rahat uyursun. Ben de seninle aynı odada kalırım. Gerekirse sabaha kadar başında nöbet de tutarım. Sakın korkma! Arkadaşımı hayaletlere kaptıracak göz yok bende.”

Canan bir yandan yanaklarından süzülen gözyaşlarını silerken, bir yandan da gülümsemekten alamıyordu kendini. Arkadaşı böyleydi işte. En kötü anında onu güldürebilen biriydi. Sema, Canan’ın çocukluk arkadaşıydı. Yetimhanenin aşçısının kızıydı. Küçücük yaşlarında, kardeş gibi bağlanmışlardı. Büyüdüklerinde de ayrılmamışlar, hem iyi hem kötü günlerinde hep destek olmuşlardı birbirlerine. Sema neşeli tavrı, vurdumduymazlığı ve hayatı umursamazlığıyla Canan’ın tam zıddıydı. Aslında tam da bu zıtlık sayesinde kopmaz birer dost olmuşlardı.

Arkadaşı konuştukça, bedenini yaprak gibi titreten, ruhunu korkunun cehenneminde inleten olay, Canan’a o kadar da ürpertici görünmemeye başladı. El çantasını omuzuna atıp “Sen merak etme, ben şimdi bütün odaları dolaşır, önüme çıkan hayaletleri bir çırpıda püskürtürüm. Takıl peşime şekerim,” diyen Sema’nın ardına düşüp kendini yeniden köşkün içinde buldu. Tek şartı vardı, başka bir odada uyumak. Saatler sonra arkadaşının hazırladığı melisa çayının etkisiyle, yıpranan sinirleri iyice gevşedi. Huzurlu ve rahat bir uykunun kollarına bıraktı kendini. Korkmadığını iddia etse de uykuya dalana kadar yanında yatan Sema’nın elini bırakmadı.

***

Bir ses duyduğunu sandı. Gözlerini araladı. Başını yastığından hafifçe kaldırıp uykulu bakışlarını odada gezdirdi. Garip bir huzursuzluk kapladı içini. Başını yana çevirdi. Sema bebekler gibi uyuyordu. Az önceki huzursuzluk yerini güvene bıraktı. Kendini sakince yastığına bırakırken belli belirsiz bir çıtırtı duydu. Yatağında doğruldu. Aralık duran kapının ardında, yere çömelmiş bir karaltı dikkatini çekti. Neydi bu? Orada ne arıyordu? O kadar korkuyordu ki kalbinin atışını kulaklarında hissediyordu.

Karaltı ağır hareketlerle doğruldu. Eğik duran başını kaldırdı. Parlayan bir çift kızıl göz Canan’a bakıyordu. Kâbus tekrar başlamıştı. Canan dehşet içinde kaçmaya yeltendi. Fakat hareket edemiyordu. Vücudu ağırlaşmış, nefesi daralmıştı. Elinden öylece beklemekten başka hiçbir şey gelmiyordu. Karaltı, ağır adımlarla ona doğru yaklaşıyordu. Her hareketinde kulak deşen bir çatırtı sarıyordu dört bir yanı. Boğazından hırıltı eşliğinde korkunç sesler çıkıyordu.

Yaklaştı… Yaklaştı… Yaklaştı… Ayakucunda durdu. Havaya doğru yükseldi. Ani bir hareketle Canan’ın üzerine bıraktı kendini. Göz göze geldiği yaratık, cehennemdeki iblislerin en korkuncu olmalıydı.

Canan dehşetin verdiği güçle, bedeninin üzerinde, havada süzülen yaratığın altından sıyrıldı ve kendini yataktan attı. Ayaklanmak üzere yere bastırdığı avuçlarının altındaki zemin birden yumuşamaya başladı. Hareket ettikçe elleri içine batıyordu. Başını kaldırdığında artık odasında olmadığını fark etti. Bahçedeydi… Karşısındaki asırlık çınar ağacının dalları çıkan fırtınayla havayı dövüyordu. Şiddetli yağmur, altındaki toprağı balçığa çevirmişti. Gök gürültüsüyle birlikte, kulağına yine aynı ses çalındı. Bir bebek ağlıyordu. Etrafına bakındı. Bahçede kendisinden başka hiçbir canlı yoktu. Kulak kabarttı. Ses toprağın altından geliyordu. Tırnaklarıyla toprağı kazmaya başladı. Bebek acı acı haykırdıkça, o daha hızlı kazıyordu. Sonunda onu buldu. Kundağa sarılı, bembeyaz bir bebek hiç kıpırdamadan yatıyordu. Artık ağlamıyordu. Ağlayamazdı çünkü yaşamıyordu… Canan bebeği gözyaşları içinde, itinayla kucağına aldı. Yağmur damlalarının yaladığı minik yüzü öpüp kokladı. Toprağa geri bıraktı.

Yine gök gürledi. Çakan şimşekle aynı anda bahçenin dört bir yanı ağlayan bebek sesleriyle inledi. Canan, ellerini kulaklarına bastırdı. Gözlerini sımsıkı kapatıp oturduğu yere kapandı. Bir süre sonra sesler kesildi. Büzüştürdüğü bedenini gevşetip dikleştirdi ve başını kaldırdı. Gördüğü manzara karşısında bağıra bağıra ağlamaya başladı. Bahçenin kara toprağının üzerinde yüzlerce ölü bebek yatıyordu. O anda karnına yine o şiddetli ağrı yapıştı. Nefesi daralıyor, ağzından köpükler çıkıyordu. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Ağır ağır eğilen başı, vücudunu da ardına katıp toprak zemine savruldu.

***

Canan gözlerini açtığında kendini yatağında buldu. Bakışları odayı taradı. Her şey olması gerektiği gibi görünüyordu. Sema yanındaydı ve uyuyordu. Hızla yataktan çıktı. Aynada kendine baktı. Eli yüzü, üstü başı tertemizdi. Koşarak aşağı indi. Dış kapıyı açtı. Sıcacık bir güneş karşıladı onu. Kuşlar ötüyor, arılar çiçekten çiçeğe dolaşıyordu. Yalın ayak dışarı fırladı. Etrafta garip ya da olağan dışı hiçbir şey görünmüyordu. Ellerini yüzüne kapadı. Derin bir soluk alıp açtı gözlerini. Esen meltem tenini okşadı. Her şey bu kadar olağanken beynine bu gece yaşadıklarını nasıl açıklamalıydı? Kâbus deyip geçecek miydi? Oysa kâbus olamayacak kadar gerçek ve gerçek olamayacak kadar korkunçtu yaşadıkları. Buna inanmak istemese de burada bilimin ve fiziğin açıklayamayacağı şeyler oluyordu. Bu köşke kötücül bir varlık hâkimdi ve o korkunç yaratığın istediği her neyse, Canan’daydı.

“Canaan! Sabah sabah ne yapıyorsun orada? İncecik gecelikle donacaksın. Çabuk içeri gel!”

Sema köşkün merdivenlerine dikilmiş, elini beline koymuş, anne edasıyla azarlıyordu Canan’ı. Canan, yüzüne sahte bir gülümseme iliştirip “Geliyorum,” dedi. Olanları Sema’ya anlatmak istemiyordu. Delirdiğini düşünebilirdi. Dış kapıya doğru yükselen basamakları tırmanırken ağır ağır içine dolan korku, Sema’nın neşeli sesiyle dağılır gibi oldu.

“Hadi şekerim, sen giyinmeye, ben de kahvaltı hazırlamaya… Hissediyorum, bugün harika bir gün olacak.”

Vakit öğleni geçiyordu. Kocası bütün gece ve gün boyunca bir kez bile arayıp sormamıştı onu. Bu gerçek, en az kâbusları kadar korkunçtu. Sema’nın varlığı yaşadıklarını birkaç saatliğine zihninin derinliklerine gömmesine yardımcı olmuştu belki fakat unutturmayı başaramamıştı. Kalbinin derinliklerinde bir yerlerde cehennemin kapılarının ardına kadar açıldığını ve tüm kötülüklerin üzerine doğru geldiğini hissedebiliyordu. Bunu engelleyebilmek için bir şeyler yapmalıydı. Başına gelenleri anlamak için harekete geçmeliydi. Sema’ya çeviri yapmak zorunda olduğunu söyleyip çalışma odasına çekildi. Elbette niyeti çeviri yapmak değildi.

Çalışma odasının geniş masasına oturdu. Bilgisayarını açtı ve arama motoruna ‘kadın ve yılan tablosu’ yazdı. Her şey başucunda asılı duran tablonun başrolü oynadığı, o dehşet dolu kâbusla başlamıştı. Bunun bir anlamı olmalıydı. 

Karşısına yüzlerce görsel ve makale çıktı. Önce görselleri inceledi. Medusa, Yılan Kadın Marcel, Şahmeran ve tanımadığı bir sürü mitolojik yılan kadın resimlerini hızla geçti. Tam vazgeçmeyi düşünüyordu ki aradığı resmi gördü. Üzerine tıkladı. Resim, İngiliz ressam John Collier’in Lilith adlı eseriydi. Kimdi bu Lilith?

Araştırmasını daha da derinleştirdi. Lilith hakkında neredeyse bütün makaleleri okudu. Lilith efsanesi, çeşitli kültürlerde farklı yansıtılmıştı. Bazı inanışlarda Âdem’in dik başlı ilk karısıydı. Ona boyun eğmeyi kabul etmeyip kaçmış, Kızıldeniz’le ilişkiye girmiş ve yüz tane çocuğu olmuştu. Tanrı onu sadakatsizliği ve itaatsizliği yüzünden çocuklarını öldürerek cezalandırmıştı. Bunun üzerine Lilith de Âdem ile Havva’nın soyundan gelenlerin çocuklarını öldürmeye başlamıştı. Bazı kültürlerde doğum sırasında ölen annelerin veya bebeklerin Lilith tarafından alındığına inanılıyordu. Başka bir efsanede Hz. Eyüp’ün çocuklarını öldüren iblis, diğerinde gecelere ve yeraltının karanlıklarına hükmeden kötü bir dişi, bir diğerinde Tanrı’nın düşmanı bir şeytan ve dünya üzerinde var olan tüm cinlerin anası olarak kabul ediliyordu. Canan büyükannesinin, böyle kötü efsanelerle anılan bir yaratığın tefsirini neden başucuna astığına anlam verememişti. Efsaneler farklı olabilirdi fakat sonuç hepsinde aynıydı. O kötüydü…

Sümerlerin, Babillerin ve Perslerin Lilith’i, Türk mitolojisinde Alkarısı olarak anılıyordu. Alkarısı, hamile ve lohusa kadınlara ve bebeklere musallat olan kötücül, cin türünden dişi bir varlıktı. Yeni doğmuş bebeklerin ve lohusaların ciğerleriyle beslenirdi. Musallat olduğu kadınlara boğucu bir sıkıntı, bulantı, sara nöbetleri, korku hissi, karında şiddetli ağrı ve baygınlık verdiğine inanılırdı. Yaşlı, çirkin, uzun boylu, iri gözleri kanlı, uzun, sivri tırnaklı, çıplak gezen, sarkık göğüslü, açgözlü bir yaratık olduğu rivayet edilirdi. Alkarısı kötü ruhların güçlü bir temsilcisiydi. Lohusa kadınları ve bebekleri ondan korumanın çeşitli yöntemleri olduğuna inanılırdı. Lohusayı yalnız bırakmamak, yatağının altına bıçak, kama, çuvaldız gibi kesici aletler, kapısının ardına süpürge koymak, başına kırmızı kurdele takmak, odasını her daim aydınlık tutmak, bunlardan bazılarıydı.

Okudukları, Canan’ın tüylerini diken diken etmişti. Yaşadığı korkunç vahşet anları, Alkarısı’nın musallat olduğu kişilere yaşattıklarına çok benziyordu. Sesli söylediğinin farkına varmadan, “Alkarısı…” dedi.

Birdenbire çalışma odasının kapısından yankılanan, “Alkarısı da kim?” sözüyle yerinde hopladı.

Sema’ya korkusunu belli etmeden, “Lilith…” dedi.

“Ayy, çıldırtırsın sen insanı Canan. Lilith kim? Ne yapıyorsun sen orada öyle?”

Canan aceleyle bilgisayarını kapatmaya çalışsa da Sema’nın ekrandakileri görmesini engelleyememişti.

“Hii, bunlar da ne böyle? Korkunç… Sen bütün gün bunlara mı baktın? Hani çeviri yapacaktın? Ondan sonra ‘Köşkü cinler, periler bastı Sema, kurtar beni,’dersin tabii… Kapat şunu ya…”

“Ama Sema…”

“Aması falan yok bunun şekerim. Ne oluyor sana böyle, anlamıyorum ki.”

“Bu köşkte doğaüstü bir şeyler oluyor Sema. Yaşadıklarımı sen de yaşasan, buna inanırdın. Peşimde kötü, çok kötü bir yaratık var.”

Sema gözlerini devirerek “Ne yani, o yaratık dediğin şeyin Alkarısı olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi. Bilgisayarı Canan’ın önünden çekip aldı ve makaleye hızlıca göz attı.

“Bilmiyorum,” dedi Canan. “Olabilir…”

Sema kendinden emin bir şekilde, “Olamaz şekerim,” dedi. Bir yandan da parmağını bilgisayarın ekranına pıt pıt vuruyordu. “Bak, burada ne yazıyor: Alkarısı sadece hamile ya da lohusa kadınlara musallat oluyormuş. Sen hamile de değilsin, lohusa da değilsin. Bana bak! Değilsin di’ mi?”

Canan elini karnına götürdü. Yüzüne çöken hüzün bulutlarını saklama gereği duymadı. Kısık sesle, “Değilim,” dedi.

Sema’nın yüzüne arkadaşını üzdüğü için pişman olmuş bir ifade oturdu. “Yapma böyle Canan. İnanma bu saçmalıklara,” derken Canan’ın ellerini avuçlarına aldı.

“Gördüğün birkaç kâbusu nerelere getirdin. Böyle şeyler herkesin başına gelir. Yatar uyuruz ve tatlı rüyalar görürüz, arada sırada da kâbus görürüz. Son zamanlarda her şey üst üste geldi. Bebeğini kaybettin ki bu zaten başlı başına bir travma sebebi. Ardından olanlar, sinirlerini harap etti. Böyle kâbuslar görmen gayet normal.”

“Bilmiyorum Sema… Artık neyin gerçek, neyin kâbus olduğunu bilmiyorum. Fakat ya kabus değilse, diye düşünmeden edemiyorum. Ya şimdiye kadar yitirdiğim bebeklerimi gerçekten de Alkarısı aldıysa?”

“Ay, iyice saçmaladın yani Canan. Lütfen kendine gel! Korkutuyorsun artık beni. Psikiyatristini aramamı ister misin? Senin için bir randevu alırım. Hı, ne dersin?”

Canan, sinirle ellerini Sema’nın avuçlarından çekti. “Ben deli değilim!” diye bağırdı. Sema onu ikna edemeyeceğini anlamıştı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra “Bak ne diyeceğim,” dedi. “Hadi inadı bırak da Kemal’i arayalım. O senin keyfini yerine getirmesini bilir. Hem, yaşadıklarını bilmek onun da hakkı. Birlikte bir çare bulacağınızdan eminim. Göreceksin, her şey çok güzel olacak.”

***

Ne yazık ki Kemal’in elinde kocaman bir buket çiçekle köşke geri dönmesi, karısının başına gelenleri öğrenmesi hiçbir şeyi değiştirmemişti. O da Sema gibi ısrarla bunların Canan’ın beyninin bir oyunu olduğunu söylüyordu. Canan bile kendi kendinden şüphe etmeye, kocasıyla arkadaşının haklı olduklarını düşünmeye başlamıştı. Fakat bu düşüncesi uzun sürmedi. Birkaç gün içinde kâbusları ve korkuları kontrolden çıkmıştı. Gerçek ve rüya adeta iç içe geçmişti. Her an tetikte dolaştığı hâlde hiç ummadığı bir anda, hayalini bile kurmaktan ürktüğü olaylar oluyordu. Artık köşkte yalnız kalmak onun için cehennem azabından beterdi. Üstelik durumunun günden güne daha kötüye gittiğini Kemal’e anlatamıyordu. Karısının bir zırdeli olduğunu düşünmesini istemiyordu. Bu işte Canan tek başınaydı. Mademki kâbuslarının gerçek olduğuna kimseyi inandıramıyordu, öyleyse çaresini kendisi bulacaktı.

Her şey buraya geldikten sonra başlamıştı. Alkarısı, Lilith ya da başka bir kötü ruh… Kim ya da ne olduğu fark etmiyordu artık. Neden kendine bu köşkü mesken tuttuğu ve Canan’dan ne istediği önemliydi. Bunun cevabını ancak ömrünün elli yılını burada geçirmiş biri verebilirdi.

Agâh Bey’i bulmak sandığı kadar kolay olmamıştı. Bıraktığı telefon numarasına ulaşılamıyordu. Adresini bilmiyordu. Tam ümidini kesmişken büyükannesinin avukatı yetişmişti imdadına. Agâh Bey’in tüm iletişim bilgileri onda mevcuttu.

“Buyurun Agâh Bey, ben de sizi bekliyordum.”

“Teşekkür ederim küçük hanım. Beni aradığınızı bilmiyordum. Avukat Bey benimle çok önemli bir konu hakkında görüşmek istediğinizi söylediğinde, çok endişelendim.”

Canan’ın niyeti lafı dolandırmak değildi. Olan biteni, hiçbir ayrıntıyı atlamadan Agâh Bey’e anlatmakta kararlıydı. Sadece bunu, usulünce yapmak istiyordu. Agâh Bey’in huzursuzluğunun farkındaydı. Köşkün hanımıyla karşılıklı kahve içmek alışık olmadığı, zor bir görev olsa gerekti. Söze, büyükannesiyle ilgili sorular sorarak başladı.

“Agâh Bey… Büyükannem nasıl biriydi? Onu hiç tanımıyorum. Bizim evde ondan bahsetmek adeta yasaktı.”

“İyi biriydi,” dedi Agâh Bey. Efsun Hanım’ın bahsi açıldığı için rahatsız olmuşa benziyordu. “Sadece biraz disiplinli ve ketum bir kadındı. Köşkte tek söz sahibi oluşu, onu biraz da kibirli yapıyordu hâliyle.”

“Ve o kibri yüzünden, oğlundan vazgeçti. Cenazesine bile gelmedi. Tek evladından ona yadigâr kalan torununu bağrına basmadı. Bu kinin bir sebebi olmalı.”

“İnanın bilmiyorum küçük hanım…”

Canan bu saçmalığa inanacak değildi. Agâh Bey, yıllarını bu köşke ve büyükannesine hizmet ederek geçirmiş biriydi. Söylediğinden daha fazlasını biliyor olmalıydı.

“Küçükken bazı geceler büyükannemin odasından çığlık sesleri duyardım. Neydi o sesler?”

Agâh Bey alnından süzülen teri mendiliyle silerken “Çığlık sesleri mi?” dedi. Diken üstünde oturur gibiydi. “Yok öyle bir şey küçük hanım. Yanlış hatırlıyor olmalısınız. Belki de rüya görmüştünüz.”

“Rüya olmadığına eminim Agâh Bey.”

Köşkün elli yıllık sadık uşağının tedirginliği ayan beyan görülüyordu. Bu sohbetin istemediği bir yöne gittiği açıktı. Canan hiç duraksamadan devam etti sözlerine. 

“Peki, burada garip olaylara şahit oldunuz mu?”

“Ne gibi garip olaylar?”

“Doğaüstü, olağan dışı… Anlayın işte!  Cinli, perili, şeytanlı, korkunç olaylar…”

“Cüretim için beni affedin küçük hanım ama şu anda saçmalıyorsunuz.”

“Öyleyse o çığlıkların anlamı neydi?”

“Çığlık falan yoktu küçük hanım. Çocuk beyniniz sizi yanıltmış olmalı.”

Bu adam onunla alay mı ediyordu? Geceleri onu uykusundan uyandıran çığlık sesleri de annesinin büyükannesine ve bu köşke olan kini de Canan’ın kafasında uydurduğu sanrılar değildi, bundan emindi. Agâh Bey’in bir şeyler sakladığı her hâlinden belliydi.

Daha fazla dayanamayıp “Alkarısı nedir, biliyor musunuz?” dedi. Agâh Bey’in yüzünde oluşan o çarpık ifade, bildiğinin kanıtıydı.

“Kim bilmez? Eski bir efsanedir. Hamile ya da lohusa kadınlara musallat olduğu söylenir. Bana sorarsanız batıl inanç bunlar.”

“Öyle mi? Demek siz Alkarısı’nın varlığına inanmıyorsunuz.”

“Bu saçmalıklara kim inanır?”

“Ben de inanmazdım fakat başıma gelenlerden sonra…”

“Anlamadım… Ne geldi başınıza?”

Canan, köşke adım attığı günden itibaren yaşadığı bütün kabusları bir bir anlattı Agâh Bey’e. Yüzü şekilden şekle giren adam, Canan’a acıyarak bakıyordu. Gözlerindeki endişe, anlattıklarına inanmadığını gösteriyordu. Delirdiğini düşünüyor olmalıydı ki “Bunu kendinize yapmayın küçük hanım,” dedi. “Hiçbir şey sandığınız gibi değil.”

“Öyleyse bana gerçekleri anlatın Agâh Bey. Yoksa ben korkudan öleceğim.”

Adam ayağa kalktı, şapkasını ve bastonunu koltuğun kenarından aldı. “Küçük hanım!” dedi, kendinden emin bir ses tonuyla. “Neden bunları yaşamak zorunda kaldınız, inanın ki bilmiyorum. Burada, bahsettiğiniz şekilde doğaüstü olaylar hiç yaşanmadı. Bu köşk sizin söylediğiniz gibi cinli, perili, şeytanlı bir yer değil ve hiç olmadı. Burada yarım asırdır sadece bir tek iblis yaşadı o da büyükannenizden başkası değildi. Kendisi artık hayatta olmadığına göre bence korkmanızı gerektirecek hiçbir şey yok demektir.”

“Siz de mi inanmıyorsunuz bana?”

“Benim inanmam neyi değiştirir küçük hanım? Siz bahsettiğiniz o yaratıkların varlığına inanmışsınız bir kere. Bir insanı görüşünden döndürmenin ne zor olduğunu en iyi ben bilirim. İzin verirseniz artık gitmek istiyorum. Benim söyleyeceklerim bu kadar, daha fazlasını anlatmaya dilim varmıyor. Buna cesaretim yok. Yıllar önce bir yemin ettim ve günahların en büyüğüne battım. Elli yıl boyunca Efsun Hanım’ın yaptıklarını asla tasvip etmemiş olsam da yine de onun sadık uşağı kalarak cezamı da katbekat çektim. Sizin sorularınızın yanıtları bende değil, Hüda Kalfa’da. Belki onun olanları anlatmaya cesareti vardır.”

“Hüda Kalfa’nın hayatta olmadığını sanıyordum.”

“Nereden çıkardınız bunu? Evet, Hüda Kalfa artık çok yaşlandı, akli melekeleri pek yerinde değil fakat şükür ki hâlâ yaşıyor.”

***

Canan, yıkık dökük gecekondunun kapısının önüne dikildi. Hüda Kalfa’nın onu bu cehennem azabından kurtaracağını ümit ederek kapıyı tıklattı. Otuz yaşlarında bir kadın açtı kapıyı. Canan kendini Hüda Kalfa’nın eski bir ahbabının kızı olarak tanıttı. Bakıcı olduğunu söyleyen kadın, Canan’ı Hüda Kalfa’nın yattığı odaya getirdi. Uyuklayan kadını şefkatle uyandırıp bir misafiri olduğunu söyledi ve onları yalnız bıraktı.

Canan hâlâ tam olarak ayılamamış yaşlı kadına içi acıyarak baktı. Oysa hayalindeki Hüda Kalfa heybetli, yürüdüğünde yeri göğü sarsan, iri yarı bir kadındı. Zar zor açtığı gözlerini tekrar kapatmak üzere olan kadına seslendi.

“Hüda Kalfa! Ben geldim…”

Hüda Kalfa başını sesin geldiği yöne çevirdi. Başucunda oturan Canan’ı görünce gözleri dehşetle açıldı. Az önce hareket etmekte zorlanan kadın yatağında hızlıca doğruldu. Gözlerinde Canan’ın anlam veremediği bir korku vardı.

“Efsun! Sen… Beni almaya mı geldin?”

Agâh Efendi, Hüda Kalfa’nın zihninin bulanık olduğundan bahsetmişti de Canan durumun bu kadar vahim olduğunu tahmin etmemişti. Onu, yaşadığı kâbustan kurtaracak kişinin Hüda Kalfa olacağından artık ilk andaki kadar emin değildi. Umutsuz bir ses tonuyla, “Ben Efsun değilim,” dedi. “Ben Tayfur’la Saliha’nın kızı ve Efsun’un torunuyum.”

Hüda Kalfa’nın gözlerini bürüyen korku, yerini şefkatli ve sevgi dolu bir bakışa bıraktı. “Canan?” dedi. “Ah benim ballı lokmam, Canan’ım… Sen mi geldin?”

Neyse ki korktuğu kadar kötü durumda değildi Hüda Kalfa’nın hafızası. Adını hatırladığı yetmezmiş gibi ona ballı lokmam diye hitap ettiğini bile hatırlamıştı. Canan’ın yüreği az önce onu terk eden umutla yeniden çarpmaya başladı.

“Dadı, bana yardım etmen gerek,” dedi, damdan düşer gibi. Bunca yıldan sonra hâlini hatırını sorması, sarılıp öpüşüp hasret gidermesi gereken kadına, tek kurtarıcısı gibi bakıyordu. Olan biteni bir çırpıda anlattı. Kadın onu öyle sakin bir ifadeyle dinliyordu ki sanki yıllardır bu günü bekliyormuş gibiydi.

“Dadı, bana neler oluyor, neden o kâbuslarla boğuşuyorum? Herkesin düşündüğü gibi ben kendi kendime mi çektiriyorum bu eziyetleri? Yoksa gerçekten Alkarısı mı musallat oldu bana? Eğer öyleyse neden beni seçti?”

Hüda Kalfa sırtını yumuşak yastığına dayadı ve derin bir nefes aldı.

“Keşke anlattıklarını neden yaşadığının cevabını bilseydim güzel yavrum. O köşkte elli yıl boyunca Alkarısı’nın adının geçmediği gün yoktu fakat kendisinin gerçek olduğuna inanan sadece bir kişi vardı.”

“Hiçbir şey anlamıyorum, kimden bahsediyorsun?”

“Efsun’dan… Onu bir canavara çeviren saplantısından. Merak etme! Bugün, burada her şeyi öğreneceksin. En başından, ilk günden itibaren. Efsun nasıl o hâle geldi, bir bir anlatacağım sana.”

Canan umutla açtığı gözlerini Hüda Kalfa’nın üzerine dikti.

“Efsun köşke gelin geldiğinde daha on sekizinde bile değildi. Güzelliği dillere destandı, zarifti, zekiydi, köşkün kurallarını çabucak öğrenmişti. Gelinlik görevlerini eksiksiz yerine getiriyordu. Fakat ne yaparsa yapsın büyük hanımın gözüne giremiyordu çünkü bir kusuru vardı. Hamile kalıyordu fakat Efsun’un cılız bedeni bebeklerini tutamıyordu.”

Hüda Kalfa son sözünden sonra kesik kesik öksürmeye başladı. Eskimiş ciğerleri bedenini terk etmeye hazırdı fakat ruhu yeryüzüne veda etmemekte direniyordu. Bir yudum su içip bastırdı öksürüğünü.

“Yıllarca bu böyle devam etti. Büyük hanım bütün suçun Efsun’da olduğunu düşünüyordu ve acısını çıkarmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Deden Hamit Bey desen, vaktinin çoğunu iş seyahatlerinde geçirdiği için karısının yaşadıklarından haberi bile yoktu. Sonunda Efsun’u duyduğu hakaretlerden kurtaran bir müsebbip bulundu. Büyük hanım gelinine Alkarısı’nın musallat olduğuna karar vermişti. İşin kötüsü Efsun’u da buna inandırmıştı. Belki de inanmak işine gelmişti.”

Sustu… Bundan sonrasını anlatmaya cesareti yok gibiydi. “Sonra ne oldu?” diye atıldı Canan. Artık bu gizemin çözülmesinden başka bir şey istemiyordu.

“Efsun’daki değişiklikler ondan sonra başladı. Geceleri kâbuslar görüyor, gündüzleri hayalet gibi dolaşıyordu. Bir şeyden çok korktuğu belliydi fakat ne olduğunu söylemiyordu. Onun bu hâli büyük hanımın Alkarısı tahminlerini doğruladığı için çareyi cinci hocalarda arıyordu. Köşk tütsüleniyor, okunup üfleniyor, akıllarınca Alkarısı kovulmaya çalışılıyordu. Efsun birkaç ay içinde yeniden hamile kaldı ve bebeğini Alkarısı’na kaptıracağı korkusuyla dehşete kapıldı. O hâlleri hiç gitmez gözümün önünden. Delirmiş gibiydi. Bir gece yalınayak odama geldi. Saçları darmadağındı. Elleri titriyordu. Bedeni buz gibiydi. ‘Hüda,’ dedi. ‘O geldi… Bebeğimi almak istedi.’ Duyduklarıma inanamadım. Efsun’a büyük hanımın safsatalarına itibar etmemesini, korkmamasını nasihat ettim. Fakat onun beni dinlediği yoktu. Alkarısı’nın yatağının başına geldiğini ve bebeğine karşılık onunla bir anlaşma yaptığını söyledi. Çocuğuna kavuşmak istiyorsa, Alkarısı’nın tüm şartlarına uymak zorundaydı. Buna o kadar gönülden inanıyordu ki onu aksine ikna edemedim. ‘Bana yardım edecek misin?’ diye sordu. Ne olursa olsun, sorgulamadan, yargılamadan yanında olmamı istedi. Oldum da… Son vahşete kadar onun günahına hem ben hem Agâh ortak olduk.”

“Neydi günahınız? Ne yaptınız siz Hüda Kalfa?”

“Efsun, bebeğine karşılık, otuz yıl boyunca her yıl Alkarısı’na bir bebek sunacaktı. Eğer bunu yapmazsa, yaşı kaç olursa olsun, evladını alacaktı Alkarısı. Onu caydırmak için ne diller döktüm. Çare etmedi. Alkarısı’nın gerçek olduğuna inanmıştı bir kere. Sonunda kimsesiz, hamile bir kadın bulduk. Para karşılığı bebeğine talip olduk. Zavallı o kadar muhtaçtı ki bebeğine ne olacağını düşünmeden kabul etti. Doğuma yakın onu gizlice köşkün ahırına getirdik. Ebeliğini Efsun yaptı. Kadın, bebeğinin yüzünü bile göremedi. Efsun bebeği alıp çıktı gitti. O sene baban doğdu. Efsun sonunda muradına ermişti. Büyük hanım babanı gururla kucağında tutarken, torununa karşılık bir canın bahçesinde yattığından haberi yoktu. Birkaç ay içinde de öldü gitti zaten. O öldükten sonra Efsun köşkün tek sahibi oldu. İlk iş, yatağının başucuna o tabloyu astırdı. Nereden buldu, ne anlama gelir, hiç söylemedi. Fakat o tabloyla arasında görünmez bir bağ olduğu çok açıktı. Saatlerce onun karşısına dikilir, öylece seyrederdi.”

Canan duyduklarını anlamaya, hazmetmeye çalışıyordu.

“Ondan sonra otuz yıl boyunca her yıl köşke getirdiğimiz hamile bir kadını doğurttu ve bebeği gömdü. Son kurbanı da annen oldu.”

Canan’ın gözleri dehşetle açıldı. “Annem mi?” dedi. “Anlayamadım, neden?”

“Otuzuncu yıl gelip çatmıştı. Vakit geçiyor ve bir türlü bebeğinden sorgusuz sualsiz vazgeçecek bir kadın bulamıyorduk. Baban ve annen tam da o vakitler dönmüşlerdi Avrupa’dan. Sen küçücüktün ve annen ikinci çocuğuna hamileydi.”

Hamile mi? Annesinin hamile olduğunu hiç hatırlamıyordu. Beyni böyle bir anıyı nasıl silip atardı.

“Agâh ve ben, Efsun’un niyetini anlamıştık. Bunu yapmaması için ona yalvardık. ‘Benim çocuğum öleceğine onunki ölsün,’ deyip kestirip attı. Sonunda doğum vakti gelmişti. Annen saatlerce sancı çekti. Evde doğurması çok tehlikeli olabilirdi. Fakat gelininin hayatının tehlikede olması Efsun’un umurunda bile değildi. Hastaneye gitmelerine izin vermedi. Ona göre bu fırsatı kaçırması, kendi evladının ölmesi demekti. Çok zor bir doğum oldu. Annen kan kaybından bitkin düşmüş, bayılmıştı. Ayıldığında ona bebeğinin ölü doğduğunu söyledi. Oysa yavrucağın nefesini küçücük ciğerlerine kendi elleriyle gömmüştü. Annen, kardeşinin cansız bedenini gözyaşları içinde kucakladı. Sanki neler olduğunu biliyor gibiydi, sanki hissetmişti. Bir daha da asla affetmedi Efsun’u.”

Canan gözyaşlarına hâkim olamıyordu. “İnanamıyorum… Bu bir vahşet!” diye bağırdı. “Bunu nasıl yapabildiniz? Neden izin verdiniz? Gerçekleri dedeme anlatabilirdiniz. Babama haber verebilirdiniz. Bunu neden yaptınız? O bebeklere, kardeşime nasıl kıydınız?”

“Öyle bir günaha batmıştık ki ben de Agâh da ne kaçabiliyorduk ne de onu durdurabiliyorduk. Köşkün bahçesindeki kurbanlar bir bir çoğalırken, biz elimiz kolumuz bağlı, Efsun’un kötülük tarafından ele geçirilmiş hasta ruhuna hizmet ediyorduk. Onun bir deli olduğu ortadaydı. Yine de içimi kemiren bir şüphe vardı. Ya anlattıkları doğruysa? Babanın hayatını tehlikeye atamazdım. O benim ciğerparemdi, olmayan evladımdı. Yıllarca gözbebeğim gibi bakıp büyütmüştüm onu. Eğer gerçekten bir Alkarısı varsa onu benden alamayacaktı.”

Canan bu vahşeti bilerek nasıl yaşayacaktı bundan sonra? Kapıdan çıkarken, “Delirmişsiniz siz… Nefret ediyorum hepinizden!” diye bağırdı.

***

İndiği taksi tozu dumana katıp uzaklaşırken Canan köşkün bahçe kapısına başını dayamış, bitkin ve perişan bir hâlde gözlerini bahçenin toprağında gezdiriyordu. Ağlamaktan göz pınarları kurumuştu. Bahçenin kırmızı taşlarla döşenmiş duvarına dayalı duran küreği eline aldı. İçi ürpererek yürüdü çorak toprakta. Delirmiş gibi kazmaya başladı. Kazdı… Kazdı… Kazdı… Rengi karaya çalmış bir bez parçasına takılana kadar küreğinin ucu, nefes bile almadan kazdı. Dizlerinin üzerine çöktü. Yüreğine dolan karanlık kadar koyu bezin ucunu kaldırdı. Altında duran minicik kemik parçalarını şefkatle okşadı. İçi yandı, kavruldu, en karanlık geceler kadar karardı. Efsun canavarının günahının üstünü sessizce örttü. Tıpkı Hüda gibi, tıpkı Agâh gibi o da gözlerini yumdu bu vahşete.

Ardından gelen araba sesiyle elindeki küreği kenara attı. Kemal endişeyle arabadan indi ve yanına koştu.

“Ne oldu Canan? Neden bahçedesin? Yoksa yine kâbus mu gördün?”

Canan’ın onu duyduğu yoktu. Gözlerini köşke dikmişti. “Hadi gel,” dedi Kemal sevecen bir ses tonuyla. “Sana bir çay yapayım. Sen de sakin sakin anlat. Belli ki seni üzen bir şey olmuş.”

Ağır adımlarla köşke girdi. Duvarlarında asılı kalmış laneti iliklerine kadar hissetti. Bu vebali yüreğinde saklı tutacak olmak, yaşadığı en korkunç kâbustan daha dehşet vericiydi. Neden dinlememişti ki Kemal’in sözünü? Bu lanetli köşkü neden satamamıştı?

Kocasının eline tutuşturduğu çay boğazından geçmiyordu. Kemal’in sorduğu sorulara cevap vermiyor, öylece boşluğu seyrediyordu. Anlatmak, rahatlamak, bu yükü Kemal’le paylaşmak aslında en çok istediği şeydi. Fakat nasıl anlatılırdı ki böyle bir vahşet? “Büyükannem kaçık bir katilmiş.”

Büyükannesi gerçekten Alkarısı’nın pençesine düştüğü için mi işlemişti onca günahı yoksa sadece delinin teki olduğu için mi? Bu köşkün kötü ruhu gerçekten Alkarısı mıydı yoksa büyükannesinin kötülükten kararmış kalbi mi? Ona kin mi duymalıydı yoksa onunla aynı kaderi paylaştığı için anlamalı mıydı onu, karar veremiyordu. Büyükannesinin yerinde kendisi olsaydı, bebeklerini kurtarmak için Alkarısı’yla anlaşıp, onca masumun canına kıyar mıydı?

Kalbinin en karanlık derinliklerinden yukarı doğru tırmanan bir ses, bebeği için aynı vahşeti gözünü bile kırpmadan yapabileceğini söylüyordu. O an kendinden nefret etti. Bu korkunç gerçeği unutmaya çalışarak Kemal’e sımsıkı sarıldı. “Satalım bu köşkü,” dedi. “Hemen şimdi gidelim buradan.”

“Şimdi mi? İyi de nereye gideriz?”

“Nereye olursa… Yeter ki bu lanet köşkten kurtulalım.”

Bütün eşyalarını toplamaları bir saat bile sürmemişti. Kemal valizleri arabaya yerleştirmek için dışarı çıktı. Ardı sıra kapıya yönelen Canan duraksadı. Kötülüğe yarım asır boyunca ev sahipliği yapmış bu lanet köşke son bir bakış attı. Ağır ağır esen soğuk rüzgâr bir anda fırtınaya döndü. Köşkün dış kapısı şiddetle çarparak kapandı. İçeride kalan Canan feryat ederek kapıyı yumruklamaya başladı. Kemal’e sesini duyurmak için çabaladı. Dört bir yanını saran zifiri karanlık, ağzından çıkan kelimeleri yalayıp yutuyordu. Tüm bedenini amansız bir hastalık gibi titreten korku, bin tonluk beton olmuş, üzerine çökmüştü adeta. Taşlaşmış bedeni olduğu yerde kalakaldı.

Cehennemin tüm kötülüklerini bakışlarında barındıran o iblisin sinsi bir düşman gibi usul usul yaklaştığını hissedebiliyordu. Yaklaştı… Yaklaştı… Yaklaştı… Ve nihayet kireç rengi, kıvrak, kupkuru bir çift el karanlığı ortadan ikiye yardı. Derisi pörsümüş, çatlak, soluk, çıplak bir vücut yarıktan dışarı ağır aksak hareketlerle uzandı. Cızırtılı bir sesle “Canaan,” diye fısıldadı. İki elini havaya kaldırdı. Canan’ın söz geçiremediği bedeni olduğu yerde havalandı. Ayakları yerden kesildi. Yaratığın ellerini savurmasıyla, acılar içinde kendini yerde buldu.

İblis, çarpık hareketlerle Canan’ın üzerine doğru eğildi. “Ver onu bana!” diye bağırdı. Bir çırpıda bluzunu yukarı sıyırdı. Uzun ve kıvrak ellerini karnında gezdirdi. Sivri tırnaklarını kasıklarının üzerine bastırdı. Elini açtığı yarıktan içeri soktu. Zehirli ve keskin tırnakları Canan’ın rahmine ulaşana kadar önüne çıkan her şeyi parçaladı. Nihayet avuçlarının arasına aldığı rahmi sıktı, sıktı, sıktı… Ağır ağır çekip kopardı bağlarından. Bileklerinden süzülen kan, tarifsiz acılar içinde kıvranan Canan’ın, kör kuyular kadar boş karnına damlıyordu. Alkarısı sonunda istediğini almıştı. Canan’ın bedenini bir paçavra gibi yana savurup ucu bucağı görünmeyen karanlıkta kayboldu.

***

Kemal saatlerdir hastanenin koridorunda doktorun gelmesini bekliyordu.  Eşyaları arabaya yüklediği sırada Canan’ın çığlığıyla içeri koşmuş ve karısını yerde çırpınırken bulmuştu. Kollarını ve bacaklarını parke zemine vuruyor, dövünüyor, sinir krizi geçiriyordu. Karnını sımsıkı tutuyor, bağırarak ağlıyordu. Kemal’in kendisine dokunmasına izin vermiyordu. Tepinmesi, bağırıp çağırması durduktan sonra vücudu kaskatı kesilmişti. Ağzından köpükler gelmeye başlamıştı.

“Kemal Bey?”

“Karım nasıl Doktor Bey?”

“Sakinleştiriciler sayesinde şimdi biraz daha iyi. Odasında, dinleniyor…”

“Peki, neden böyle oldu, nesi var?”

“İlk anda epilepsiden şüphelenmiştik fakat yapılan tetkikler sonucu sinir sistemini etkileyen herhangi bir hastalığı olmadığı ortaya çıktı. Durumunun ruhsal bir sorundan kaynaklandığını düşünüyorum. Dosyasını inceledim, daha önce de psikolojik sorunlar yaşamış. İlaç tedavisiyle iyileşmiş. Fakat bu sefer durum o kadar basit görünmüyor. Gösterdiği belirtiler, zorunlu psikiyatrik tedaviyi mecbur kılıyor. Psikiyatristlerimiz sizi donanımlı bir merkeze yönlendireceklerdir. Gözetim altında olması şart. Bir şey daha var… Çok üzgünüm ama Canan Hanım’ın hamileliğini sonlandırmak zorundayız.”

“Hamileliğini mi?”

“Bilmiyor muydunuz? Canan Hanım dört haftalık hamile. Fakat muayene esnasında bebeğin kalp atışlarının olmadığını gördük. Jinekoloğumuz acilen kürtaj yapılmasını öneriyor. Karınızın akli dengesi yerinde olmadığı için bunu sizin onaylamanız gerekiyor. Çok üzgünüm…”

Kemal şaşkın ve üzgün bir hâlde sırtını duvara yasladı. “Bilmiyordum,” diye fısıldadı. Doktor, karşısındaki adamın çökük omuzuna elini koydu. “Karınızı görmek ister misiniz?” dedi. Kemal, ağlamaklı bakışlarını doktora çevirip başıyla onayladı.

Odaya girdiğinde Canan’ı yatağında oturur vaziyette buldu. Saçları darmadağınıktı. Solgun yüzünde çarpık bir ifade vardı. Işığı sönmüş gözleri, boşluğa bakıyordu. Kollarını bağrında bir bebek taşıyormuş gibi kavuşturmuştu. Dilinde garip bir tekerleme, olduğu yerde bir öne bir arkaya sallanıyordu.

Alkarısı gelemez

Evimize giremez

Süpürgem kapı ardında

Bıçağım yastık altında

Al kurdelem başımda

Ayın şavkı odamda

Alkarısı gelemez

Bebeğimi alamaz

***

Merak ve heyecan içinde köşkün salonunda beklerken zil çalındı. Adeta uçarak koştu kapıya. Bir çırpıda açtı. Karşısında dikilen adamla bir süre öylece bakıştılar. Sonunda dayanamayıp ellerini çırparak bir sevinç çığlığı attı.

“Yaaa, inanamıyorum… Kurtulduk mu şimdi?”

“Evet sevgilim, şu andan itibaren sadece sana aitim.”

“Ah, Kemal… Bu gün hiç gelmeyecek zannettim, biliyor musun?”

“Bu işi bana bırak, ben halledeceğim, dememiş miydim ben sana Semacığım?”

“Evet, demiştin benim becerikli sevgilim. Hadi, içeri girelim. Harika bir köşk bizi bekliyor.”

Dış kapıdan salona kadar öpüşerek geldiler. Arzuyla kıvranan bedenlerini aynı anda koltuğa attılar. Mutlulukları köşkün duvarlarına sığmıyor, taşıyor, gökyüzüne yükseliyordu. İhanetlerinin saadetlerini gölgelemesine izin vermeye hiç niyetleri yoktu. Sema, “Sen bir dahisin sevgilim,” dedi, Kemal’in dudağına bir öpücük kondururken. “Neydi o bitkinin adı?”

Kemal kahkahalar içinde cevap verdi Sema’nın sorusuna. “ Ayahuska…”

Sema ellerini gökyüzüne kaldırıp “Sen çok yaşa Ayahuskaaa,” diye sevinç narası attı. Kemal’in bacaklarının üzerine attığı bacaklarını indirdi ve masada duran şampanya şişesine uzandı. İki kadeh doldurup birini Kemal’e uzattı. “Ama kimin aklına gelir taa Amazonlardan halüsinojen bitki getirteceğin?”

“Buna kafa derler güzelim. Senin aklına kalsaydık, şimdi katil olmuştuk.”

“Amaan, sen de… Ne yapayım, sensizlik artık canıma tak etmişti. O Canan salağından boşanacağın da yoktu. Öldürelim, kurtulalım bari demiştim.”

“Ama senin akıllı sevgilin yine kafasını kullandı da hem ellerimiz kana bulanmadı, hem Canan’ı delirterek ondan kurtulduk, hem de milyonluk köşkün sahibi olduk. Sonunda şans bize de güldü!”

“Senin o salak karın büyükannesinden köşk kaldığını ağzından kaçırmasaydı ve ben onu sana yetiştirmeseydim, biz hâlâ karından arta kalan zamanlarda buluşuyor olacaktık şekerim. Ama kabul edelim, harika bir plan yaptık. Canan’ın gazeteden çıkarılmasını sağlaman ardından şirkette kavga ettiğini söylemen bir de üstüne şirketten kovulduğun yalanına Canan’ı inandırman…  Muhteşem bir performans sergiledin şekerim.”

“Ya birkaç hafta içinde evi boşaltmamız gerektiği yalanı? O geri zekâlıya evin tapusunun bana ait olduğunu söylememekle, hayatımın en doğru kararını vermişim. Köşke gitmek için bundan daha iyi bir fırsat doğamazdı. Oh, ver bakayım şu şampanya şişesini bana…”

Kemal başına diktiği şişeden büyükçe bir yudum aldı. Derin bir oh çekti tekrar. Sema elinden şişeyi kaptı ve kenara koydu. “Onu o hâlde görmek çok eğlenceliydi, biliyor musun? Yalnız, köşkte kaldığım gece Melisa çayına Ayahuska bitkisini bir tık fazla koymuş olabilirim. O gece adeta çıldırdı.”

“Aynı gün ben de sütüne karıştırmıştım da ondan öyle delirmiştir. Bir günde iki doz fazla gelmiş olmalı.”

“Desene dört koldan Ayahuska’ya boğmuşuz zavallıyı. Yatakta tepindi durdu. Bağırdı, ağladı, tırnaklarıyla döşeği tırmaladı. Ayy, eğlendim falan diyorum ama vallahi ödüm patladı o gece, sen de yoktun.”

“Ne yapayım? Bebek muhabbetinden sonra daha fazla dayanamadım, bastım gittim. Ne bebekmiş arkadaş ya. Kadın, bağımlısı olmuştu artık bu isteğin. Vazgeçmek bilmedi bir türlü. Yine hamileymiş, biliyor muydun?”

“Hamile miymiş? Salak şey n’olucak! O kadar da sordum, hamile misin diye…”

“Kendi de bilmiyordu demek…”

“Sen de hiç boş durmamışsın yani şekerim. Hani ‘Eli elime değmiyor,’ diyordun? O bebek, o rahme gökten zembille düşmedi herhâlde.”

“Kıskanç sevgilim benim.”

“Nesini kıskanacağım onun be? Bundan sonraki hayatını tımarhanede, bir hücrede geçirecek. Ben ona olsa olsa acırım.”

“Ona değil ama onun çürük bedeninde ölüp giden bebeğime acıdım doğrusu. Katil kadın ya. Bu kaçıncı? ‘Vazgeç,’ dedim, ‘Bırak artık,’ dedim, dinletemedim. Sonunda ne oldu? Bir bebeğimi daha katletti.”

“Aman öf, bırakalım şimdi o salak Canan’dan konuşmayı. Konuşacak daha önemli bir konumuz var şekerim. Sana bomba gibi bir sürprizim var.”

“Neymiş bakalım o sürpriz?”

“Sıkı dur, söylüyorum… Hazır mısın?”

“Hiç bu kadar hazır olmamıştım.”

“Ha-mi-le-yim!”

Kemal şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi bakakaldı Sema’ya. Onun bu hâlini gören Sema, bozulduğunu saklama gereği duymadan, “Ama sen baba olmaya hazır değildin, di’ mi?” dedi, kinayeli bir ses tonuyla. Kemal neşeyle ayağa fırladı ve bir eliyle Sema’yı yanına çekti. “Sinirlenme kız… Seninle her şeye hazırım, asabi sevgilim benim,” dedi. Sema kollarını Kemal’in boynuna doladı ve tutkuyla dudaklarına yapıştı yasak aşkının. O esnada köşkün bahçesine dikilmiş, pencereden içeriyi gözleyen bir çift kızıl gözden habersizdi.

En Son Yazılar