Cumartesi, saat: 14.00
Tam vaktinde geldi, sarı kâğıtta muntazam bir el yazısı ile bildirilen sokağın köşesindeki otobüs durağına. Üç gecedir gözüne uyku girmemiş, Pazartesiler geçmek bilmemişti. Hayatını değiştirmek, cesaret… Siren kızlarının büyülü sesine kapılan denizciler gibi bu davetin çağrısına bıraktı kendini. Sadece bu kadarı bile Osman’ın içinde bir kıvılcım yakmaya yetmiş, bu bilinmezin karşı konulamaz çekimine kapılmıştı.
Beş dakika, beş dakika daha… Ararlar diye elinden bırakmadığı telefonu, terden sırılsıklam oldu. Ömrünce hissetmemişti böylesi bir seçilmişlik duygusunu. Zaman geçmek bilmedi. Bir ara caddenin karşısındaki binanın üçüncü katına takıldı gözü, biri perdenin arasından onu mu izliyordu? Kimse yoktu durakta, yoksa işyerindeki şamatacıların yaptığı bir eşek şakası mıydı bu oyun? Gözleri doldu. Telefonun terini paltosuna silip cebine koydu. Tam geri dönmek üzereyken kaykayıyla dolaşan bir oğlan, “Abi, bunu size vermemi istediler,” deyip elindeki sarı zarfı uzattığı gibi gözden kayboldu.
Aynı muntazam el yazısı 177 numaralı otobüse binip 40. durakta inmesini söylüyordu. Telefonunu cebinden çıkarıp hattı araştıracaktı ki otobüs önünde belirdi. Birkaç saniye tereddüt etse de şoföre, “Ben yabancıyım, 40. durağa gelince haber verir misiniz?” diyerek hemen ikinci sıraya oturdu. Yine de kaçırmamak için tek tek saymaya çalıştı durakları.
Otobüs şehrin ana caddelerinden geçtikten sonra, çevre yolu üzerinden merkeze bağlı köylere doğru gidiyordu. 45 yıldır Ankara’da yaşıyordu Osman, ama bu yerlere ayak basmamıştı. Terk edilmiş harman makineleri, yol kenarında bozuk arabalar, terk edilmiş köyler, mezarlıklar, taş bir caminin avlusunda onlarca köpek…
Her sene bir tura katılıp memlekette görülmedik yer bırakmamışlardı evliyken. Konu komşuya anlatmayı pek severdi Serpil. Bu gördükleri ise tarifi zor bir yabancılık hissettirdi Osman’a.
Neredeyse yarım saat olmuştu. Ne tuhaftı ki çevre yolundan saptığından beri kendilerinden başka bir araç geçmemişti yoldan. Telefonundan hattın güzergâhını kontrol etmek istedi, ama nafile, telefon çekmiyordu. İçi ürperdi birden. Saniyeler içinde, yaptığının tam bir budalalık olduğuna inandırdı kendini. Otobüs şoförü ile göz göze geldi iki kez. Şoför de bu işin içinde olabilir miydi? Başını çevirip bir bakışta yolcuları saydı. 12 kişi. Ya onlar, onlar da bu gizemin bir parçası mıydı? Bu köyler, bu insansız köyler… Yoksa? Çaycının kapıyı çalmadan girip sormadan masasına bıraktığı zehir gibi çayını aç karnına yudumladığında hissettiği yanmayı duydu midesinde. Gazetelerin üçüncü sayfasını görür gibi oldu. Tenha bir koyakta kimliği belirsiz bir erkek cesedi bulundu diyecekler. Ah kafam ah! Sen adam olamadın Osman, neyine senin macera? Cesaretmiş, pöh… Sen kim, cesaret kim! Şimdi insen, bu kuş uçmaz yerden nasıl geri döneceksin? İç sesi durmadan azarlıyordu Osman’ı. Artık durakları sayamıyordu. Başını cama yaslayıp kaderine razı oldu.
Söğüt ağaçlarıyla çevrili bir çeşmenin yanında durdu otobüs. Şoför, “40. durak!” diye seslendi. Hareket göremeyince, “Beyefendi, 40. durak!” diye sesini yükseltti, aynadan Osman’a bakarak. Osman afallamış bir halde, “Teşekkür ederim,” deyip açık olan ön kapıdan indi. Hiçbir yapının, hiçbir kimsenin olmadığı bozkırdaki bu durakta, az önce nasıl kurtulacağını dert ettiği otobüsün arkasından, sahibi tarafından şehrin dışına bırakılan bir köpeğin yalvaran bakışları ile baktı, ‘beni bırakma’ dercesine.
Beş dakika, beş dakika daha… Beyninin içinde Issızlığın Ortasında şarkısı dönüp duruyordu. Moğollar‘94. Serpil’le ayrıldıklarında kasetlerini de ona bırakmıştı. Belki yirmi yıldır dinlememişti bu şarkıyı. Bir düş gördüm geçenlerde, görmez olsaydım ah olsaydım, içime şeytan girdi sandım, keşke hiç uyumasaydım. Çok uzakta belli belirsiz tek bir ağaç vardı sadece. Ağaca kendisine bakar gibi baktı Osman, ölmüş de göğe yükselip yeryüzündeki siluetini izliyordu adeta.
Birkaç beş dakika sonra, 42 plaka, camları siyah filigranlı bir Şahin durdu bu kez önünde. Şoförün gözündeki kapkara gözlüğü ve montunun yukarı kalkmış yakasıdan yüzünü seçmek imkânsızdı. Başıyla arka koltuğu işaret etti adam. Osman uzaktan kumanda edilen bir oyuncak gibiydi, ikiletmeden oturdu arka koltuğa. Söğüt ağaçları boyunca gittiler şoseden. Vadi içinde, çevresi yüksek duvarlarla çevrili bir evin avlusuna girdiler. Araba onu bırakıp geldiği gibi uzaklaştı. Hava kararmak üzereydi. Olduğu yerde dönüp çevresine baktı. Ne bir insan ne bir hayvan. Cansız bir ev ve yüksek duvarlar vardı sadece. Yavaşça evin açık duran kapısına yöneldi. Şimdi de buz kesmişti elleri. “Kimse var mı?” diyen titrek bir ses çıkarabildi. Başını içeri uzatıp biraz daha yüksek bir sesle yine sordu. Ses seda yok, evin içi bomboştu. Eşyasız, kanı çekilmiş bir ceset gibiydi bu ev. Girişteki küçük holü geçip salona girdi. Odanın ortasında bir sandalye, üzerinde bir kumanda ve duvarda büyük ekran bir televizyon.
Kumandayı alıp açma tuşuna bastı. Ekranın altından başlayıp yukarıya doğru kayan bir yazı belirdi önce. “Tebrikler Osman. Buraya kadar gelerek hayatını değiştirecek güce ve cesarete sahip olduğunu kanıtladın. Şimdi izleyeceklerinden sonra kararı sen vereceksin. Onlar yıllarca bize ihanet ettiler, bize bir gölge gibi davrandılar, yok saydılar. Sen ve ben onlar için kıymetsiz bir köprüydük, üzerimize basarak ezip geçtikleri. Gözümüzün içine baka baka yalan söylediler.” Yazı kaymaya devam ettikçe, Osman politik bir propagandanın içinde hissetti kendini. “Şimdi sıra sende Osman. Bu yalanı devam ettirecek misin, yoksa gereğini yapacak mısın?”
Yazı kaybolduktan sonra görüntüler belirdi. Bir adam ve kadın, bir kafede oturmuş hararetle tartışıyorlardı. Görüntü hemen yan masadan kaydedilmişti. Kadın adama, “Artık dayanamıyorum, oğlumuzu da beni de oyalıyorsun. Çocuk babası olmadığı halde Osman’a baba diyor. Bu senin ağrına gitmiyor mu? İstediğin erkek evladı ben verdim sana, ama hâlâ kalkmış bana işleri yoluna koyacağım, boşanacağım, buralardan çekip gideceğiz deyip duruyorsun. Bana bir söz verdin. Kaç sene oldu, daha neyi bekliyoruz?” diyordu.
Beş dakika sonra, yüksek duvarlı cansız evin avlusuna giren 42 plaka arabadan inip şaşkın şaşkın etrafına bakındıktan sonra, odadaki ekranda kendi sesiyle karşılaşan Serpil, Osman’la göz göze geldi.
Geçen hafta sarı bir zarfın içinde muntazam bir el yazması, Serpil’e “Hayatını değiştirmek ister misin? Peki, buna gücün ve cesaretin var mı? Cevabın evet ise bu Cumartesi saat 14.00’de aşağıda yazılı adreste ol. Yalnız!” diye bildirmişti.
– 2. BÖLÜMÜN SONU –