Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

İNTİHAR CİNAYETLERİ- 1

Diğer Yazılar

UCUZ ETİN YAHNİSİ

FIRTINALI BİR GECE

SİYAH EL

Yeşim Yörük
Yeşim Yörük
1977 yılında Almanya'nın Berlin şehrinde doğmuştur. İlk ve orta eğitimini Türkiye'de tamamladıktan sonra eğitimine Almanya'da devam etmiştir. Halen Almanya’da yaşamaktadır, tekstil ve dokuma sektöründe çalışmaktadır. 2018 yılında, Paradigma Polisiye Yayınları'nın düzenlediği Polisiye Öykü Yarışmasında, Misk-i Amber adlı öyküsüyle birinciliğe layık görülmüştür. 2019 yılından beri polisiye dergi Dedektif Dergi'de yazarlık yapmaktadır. 2020 yılında Dedektif Dergi’nin düzenlediği Zehirli Kalem polisiye öykü yarışmasında Çikolatalı Kurabiye adlı öyküsüyle mansiyon ödülü kazanmıştır. 2021 yılında ilk polisiye kitabı Kelimelerin Efendisi, 2022 yılında ikinci öykü kitabı Birtakım Cinayetler yayımlanmıştır. Çeşitli kolektif kitaplarda öyküleriyle yer almıştır.

İNTİHAR CİNAYETLERİ- 1

Sabahın köründe, felâket habercisi gibi çalan telefonun sesiyle yatağımdan fırlayalı, neredeyse iki saat olmuştu ve ben hâlâ cinayet mahalline ulaşamamıştım. Başkomiser Bahadır’dan yiyeceğim azara mı yanmalıydım yoksa Olay Yeri İnceleme Komiseri Doğan’ın ağzını yaya yaya, “Yine mi geç kaldın Ferit Komiser? Sen memurluğu yanlış anladın galiba. O senin sandığın banka memuru. Sabah dokuz, akşam beş…” diye uzayıp gidecek sözlerine mi, bilemiyordum. Sabaha karşı yastık yüzü gören kafama savurduğum küfürleri annem duysa ağzıma biber sürerdi. Trafik denen tek dişi kalmış canavar geçit vermedikçe, kafamda kurduğum senaryolar da doğaüstü bir hâl alıyordu. Nihayet olay yerine vardığımda çok şükür ki Komiser Doğan da ekibiyle birlikte daha yeni Olay Yeri İnceleme aracından iniyordu. Göz ucuyla beni süzerken bugün bana laf sokamadığı için kahrolduğunu hayal edip Başkomiserimin yanında aldım soluğu. Yine bir cinayet işlenmişti ve yine tanıdık izler görünüyordu etrafta.

“Geç kalmadım değil mi Başkomiserim?”

“Geç kaldık Ferit… Yine geç kaldık.”

“Yine aynı katilin işi mi?”

“Öyle gibi… Bu işte yerine oturmayan bir şeyler var Ferit. Nedir, bilmiyorum fakat içim hiç rahat değil. Bir yerlerde yanlış yapıyormuşuz gibi geliyor.”

Evet, bir yerlerde bir yanlış yaptığımız doğruydu. Öyle olmasa neden haftalardır Başkomiser Bahadır başta olmak üzere bütün Cinayet Büro bir katili yakalayamıyorduk? Kesin gözümüzden kaçan bir şey vardı. Araştırmalar, soruşturmalar, tespitlerimiz, teşhislerimiz bizi doğru yola götürmüyordu. Biz çabaladıkça, o gözü dönmüş katil tereyağından kıl çeker gibi cinayet işliyordu. Şimdiye kadar ikisi kadın, ikisi erkek dört kişi, birbirinden farklı intihar yöntemleriyle öldürülmüştü. Tıpatıp aynı olan tek şey cesetlerin yemek borularından çıkan sönük mavi renkte bir balondu.

Her şey bundan yirmi iki gün önce başladı. Emekli bir Albay, ev işlerine bakan yardımcısı tarafından evinde ölü olarak bulunmuştu. Ölüm sebebi sol şakağından yediği kurşundu. İlk bakışta intihar olduğunu düşünmüştük. Bütün deliller bu yöndeydi. Hâlâ sol elinde duran silah, parmaklarındaki barut artıkları, masanın üzerinde duran not defterinde bulunan, yaşamak istemediğini anlatan yazılar, çizdiği tuhaf resimler… Yaşlı Albay, emekliliğin getirdiği sıkıcı hayata ve yalnızlığa dayanamayarak hayatına son vermişe benziyordu. Öyle olmadığını anlamak fazla vaktimizi almadı.

Büyükçe bir çalışma odasındaki maun masanın önünde, döner sandalyede oturuyordu Salih Koyuncu. Başı hafif sağ tarafa düşmüş, sol şakağından akan kan, beyaz gömleğinin yakasına doğru ince bir kıvrım oluşturmuştu. Sol taraftan sessiz sedasız giren kurşun, başının sağ kısmından oldukça büyük bir hasar vererek çıkmıştı. Midem manzaraya dayanmaya çalışırken ben bunun bir intihar olmadığını anladığımız delile bakıyordum.

Yok, balon değildi baktığım delil. Onu ancak ertesi gün Adli Tabip otopsiyi bitirdikten sonra elimize alabilmiştik. Benim baktığım, Olay Yeri İnceleme polisinin delil çantasına koymak üzere yerinden sökmek için hamle ettiği, adamın tam önünde, masanın üzerinde duran diz üstü bilgisayardı. Açık duran ekran karanlıktı fakat bilgisayarın çalıştığını gösteren minik bir ışık, varlığını saklamak istercesine soluk bir şekilde yanıyordu. Derhâl Olay Yeri İnceleme polisini durdurdum. Dokunmatik yüzeyde parmağımı gezdirmemle ekran aydınlandı. Ekranda kocaman burnumla karşılaştım. Bilgisayar kayıttaydı. Adam intiharını kayıt altına almak istemiş olmalıydı. Olay Yeri İnceleme polisinin yardımıyla kaydı baştan sona izledik. Gördüklerimizle şoke olmuş bir vaziyette ekranın karşısında kalakaldık.

Boncuk boncuk terleyen zavallı adam bön bön ekrana bakarken bir çift kara eldivenli el, adamı bileğinden yakalıyor, silahı şakağına dayıyor, aynı hızla da maktule tetiği çektiriyordu. Bilgisayarın kaydettiği açı sadece maktulü kapsadığı için katilin kim olduğu görünmüyordu. Ardından gizemli eller kurbanın ağzına bir balon olduğunu ertesi gün öğreneceğimiz mavi bir nesne sokuşturuyordu.

İşin en garibi de katilin görüntüleri yok etmek için hiçbir çaba harcamamış olmasıydı. İki karış ötesinde duran bilgisayarın kayıtta olduğunu anlamamış olamazdı. Kör göze parmak misali, “Bu adamı ben öldürdüm!” diyordu adeta. “Ben öldürdüm ama kim olduğumu bulmanıza asla izin vermeyeceğim.”

Bu tuhaf cinayetin soruşturması başarısızlıkla sürerken, bir hafta sonra yeni bir intihar vakasına gönderildik. Bu sefer altmış sekiz yaşındaki bir kadın evinde ölü olarak bulunmuştu. Cesedi bulan apartman görevlisiydi. Apartman aidatını almak için kadının kapısına gelmiş ve içeriden pis kokuların gelmesi sonucu apartman yöneticisine haber vermişti. Açılan kapının ardında Seher Kalamış’ın cesediyle karşılaşılmıştı. Boylu boyunca yattığı kanepenin başucunda, intiharından kimsenin sorumlu olmadığını belirten bir mektup vardı. Normal bir intihar vakası olduğunu düşündük, doğal olarak. Adli Tıp’ta siyanürle zehirlendiği tespit edilen kadının yemek borusundan çıkan mavi renkli balonla birlikte başımızdan dökülen kaynar suyun derecesini tahmin edersiniz sanırım. Daha balon şokunu atlatamadan Emniyet’e, Başkomiser Bahadır’ın adına gelen bir paketle ikinci şoku yaşadık. Paketten bir CD çıkmıştı. İçinde de saniyesi saniyesine Seher Kalamış’ın nasıl intihara zorlandığının görüntüleri vardı. Videoda ses yoktu fakat kadının karşısındaki katilden çok korktuğu, attığı sessiz çığlıklardan anlaşılıyordu. Videonun sonunda kara eldivenli eller kadının ağzından zehri boca ediyor ve ardından meşhur mavi balonu tıkıştırıyordu.  Katilimiz bu korku filmi gibi görüntülere sadece kara eldivenli elleriyle katkıda bulunuyordu. İlk cinayetteki bilgisayar kaydının da onun tarafından yapıldığını böylelikle anlamıştık. Bu, taşı bol pirinci ayıklamak, hiç kolay olmayacaktı.

Olay Yeri İnceleme ekibinden ya da Adli Tıp’tan yolumuzu aydınlatacak bir delil çıkmıyordu. İki cinayette de kapıda, pencerede bir zorlama yoktu. Maktuller katile kapıyı kendileri açmış olmalıydılar. Peki, neden tanımadıkları birine güvenip onu içeri almışlardı? Zorla girmiş olsa, komşulardan en az biri bir ses duyardı. Belki de silah tehdidi ile susturmuştu kurbanlarını. Aklımızdaki sorular her geçen saniye artıyordu. Bilişim polisleri kendi aralarında bizim katile ‘Hayalet Katil’ lakabını takmışlardı. İki cinayette de evleri görüntüleyen kamera kayıtlarında, katilin saç teli dahi görünmüyordu. Görgü tanığı deseniz, hak getire… Kimsenin ruhu duymamıştı. İki maktulün tek ortak noktası, yaşayan hiçbir akrabalarının olmamasıydı. Arkadaş çevreleriyle mesafeli hatta kopuktular. Komşularının çoğu varlıklarından bile habersizlerdi.

Ardından gelen günler yollarımızı üçüncü maktule çıkardı. Daha işlenen iki cinayete ışık tutamamışken bir yenisiyle umutsuzluğumuz had safhaya ulaştı. Bileklerini keserek intihar etmiş gibi görünen Pelin Gürsoy’un da yemek borusundan aynı mavi balon çıkmıştı, onun da evinde bir veda mektubu bulunmuştu ve onun da yaşayan bir akrabası yoktu. Yaşı altmıştan fazla olan kadın hiç evlenmemişti. Birlikte yaşadığı biri yoktu. Komşuların ifadesine göre kan kardeşi olduğunu söyleyen Neriman adında bir kadından başka geleni gideni yoktu fakat son zamanlarda onu da ortalarda gören olmamıştı. Kadının nerede oturduğunu da soyadını da bilmiyorlardı. Pelin Gürsoy, yirmi yılı aşkın bir zamandır bu apartmanda oturmasına rağmen komşularıyla hiçbir zaman samimiyet kurmamış, mesafeli ve soğuk davranmıştı. Öyle ki bunca yıldır evine girip bir acı kahvesini içen olmamıştı komşular arasından. Bunun sebebi acaba Pelin Hanım’ın asosyal oluşu muydu yoksa komşuların ilgisiz oluşu mu, bilemedim. Cesedi, kirayı almaya gelen ev sahibi bulmuştu. Açgözlü ev sahibi yedek anahtarla kapıyı açmasaydı, zavallı kadının cesedi kim bilir ne zaman bulunurdu? Maktulün ölüm zamanı birkaç gün öncesi olmasına rağmen cinayet görüntüleri kurbanın bulunduğu gün gelmişti Emniyet’e. Belli ki katil, kurbanlarını öldürdükten sonra onları gözlemeye devam ediyordu. Belki de bulunmaları için harekete geçiyordu. Bizimle resmen dalga geçer gibi bu vahşet görüntülerini Emniyet’e gönderiyordu.

Cinayet Büro’nun üzerine çöreklenen bu çaresizlik bulutu adeta nefesimizi kesiyordu. İlk iki cinayette olduğu gibi açtığımız her kapı yüzümüze kapanıyordu. Şüpheli saydığımız ev sahibini almamızla bırakmamız bir olmuştu. Adam tahmini cinayet saatinde nerede olduğunu kanıtlamıştı. Maktulün kan kardeşi olduğu söylenen Neriman hakkında elimizde hiçbir bilgi yoktu. Onu nasıl ve ne zaman bulurduk, bilmiyorduk.

Cinayetlerin ardından Emniyet’e gönderilen paketlerde de tek bir ize rastlayamamıştık. Paketler posta yoluyla, her defasında başka bir şubeden geliyordu. Şubelerde yapılan araştırmalarımız sonuçsuz kalmıştı. Mavi renkte balona gelince, her yerde bulunabilecek, alelade bir balondu. Yine de şehirde balon satan her yere gidilmiş, son bir ayda mavi renkte balon satışı yapılıp yapılmadığı incelenmişti. Aslında balonun peşine düşemeyeceğimiz daha en başından belliydi. Bu zamanda internet alışverişi diye bir şey vardı ve takibi imkânsızdı.

Birkaç gün sonra dördüncü kurbanla tanışmıştık. Altmış beş yaşındaki Gürkan Turhan emekli mali müşavirdi. Evinin banyosunda, tavandan geçen doğalgaz borularına geçirdiği urgana kendini asmıştı. Cesedi, Gürkan Turhan’ın hayattaki tek akrabası olan yeğeni bulmuştu. Yıllar önce vefat eden kız kardeşinin oğlu olan Serhat Güven, Almanya’da yaşıyordu. Tıp tahsilini tamamladıktan sonra ülkeye dönmekten vazgeçip oraya yerleşmişti. Her yıl senelik izninde mutlaka dayısına uğrar, hasret giderirdi. Son üç haftadır telefonlarına yanıt alamamıştı. Dayısı son yıllarda dış dünyayla ilişiğini neredeyse tamamen kesmişti. Karısını bir trafik kazasında kaybettiğinden beri psikolojik bir buhran içindeydi. Üstelik Serhat ile yaptığı son telefon görüşmesinde ölümden ve intihardan bahsetmişti. Serhat, haber alamadığı dayısı için endişelenmiş ve soluğu Türkiye’de almıştı. Eve gelip anahtarıyla kapıyı açtığında burnuna dolan koku onu banyoya sürüklemişti. Karşılaştığı manzara korkunçtu. Ne yazık ki aklına gelen, başına gelmişti.

Kendisi de doktor olan Serhat’ın ilk izlenimlerine göre dayısı öleli en az yirmi gün olmuştu. Yani bizim seri katil henüz öldürmeye başlamadan önce… Maktulün evinde bulduğumuz mektup intiharının kanıtı gibi görünse de birkaç saat içinde Adli Tıp’tan gelen mavi renkte balonla Emniyet’e gelen paketten çıkan CD, bunun da bir cinayet olduğunu kesinleştirmişti. Garip olan, ölüm zamanıydı. Bu sonuca göre Gürkan Turhan katilin ilk kurbanı olmalıydı. Bilmediğimiz daha kaç evde, bulunmayı bekleyen kaç kurbanın olabileceği düşüncesi beynimizi kemiriyordu. İşler sarpa sarıyordu.

***

Aradan daha dört gün geçmemişti ve biz yeni bir intihar ihbarı ile sabahın köründe, şehrin en ücra köşesindeki bu evdeydik. Dört cinayetin soruşturması hâlen devam ederken şimdi beşinci kurbanın başında dikiliyor, Başkomiserimle birbirimize bakıyorduk. Her ne kadar yine tüm deliller bunun bir intihar olduğu yönündeyse de biz bunun böyle olmadığından neredeyse emindik.

Leyla Karakuş kırk iki yaşındaydı. On yıllık evliydi. Çocuğu yoktu. Şehrin köklü ailelerinden birinin tek evladı ve babasından kalan şirketler zincirinin tek sahibiydi. Neredeyse çocuk sayılacak yaştan beri şeker hastasıydı ve düzenli insülin kullanıyordu. İki gece önce evdeki çalışanlara bir hafta izin verdikten sonra kendine aşırı dozda insülin enjekte edip sözde intihar etmişti. İnsülin ile intihar eden birini ilk kez görüyorduk. Garip bir intihar metoduydu.

İlk üç cinayette maktuller, yaşayan bir akrabaları olmayan kişilerden seçilmişlerdi. Son iki cinayetteyse durum farklıydı. Böylelikle katilin hedefinin yalnız kimseler olduğu tezimiz de çürümüş oluyordu. Potansiyel kurban çemberimiz daralacağı yerde genişliyordu. Bu da en başa dönmek demekti. Ayrıca diğer kurbanlar yaş ortalamalarıyla da birbirilerine denk kişilerdi. Oysa son kurban onların çocuğu olacak yaştaydı. Yeniden bir profil çıkarmalı, katilin amacını, hedeflerini daha iyi belirlemeliydik.

Olay yerine geldiğimiz andan beri doğru dürüst beş cümle kuramadan arka odaların birinde ağlayan Hasan Karakuş ile görüşme vakti gelmişti. Birkaç gündür iş seyahatinde olan adam bu sabah eve geldiğinde karısının cansız bedeniyle karşılaşmıştı. Yaşadığı şoktan bütün vücudu titriyordu. Adli Tıp görevlilerinin müdahalesi ile biraz olsun titremesi kesilmişti.

“Hasan Bey, sizinle konuşmamız gerek. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

Başkomiserimin sorusu karşısında, başını kaldırıp boş gözlerle ona bakmakla yetindi Hasan Karakuş. Sonra oturduğu koltuğun karşısındaki kanepeyi işaret etti ve oturmamızı söyledi. Sesi ağlamaktan çatallı ve boğuk çıkmıştı.

“Karınızla en son ne zaman görüştünüz Hasan Bey?” diyen Başkomiserime bitkin bir hâlde yanıt verdi.

“İki gün önceydi. Toplantımın sandığımdan kısa süreceğini, en geç üç güne kadar evde olacağımı haber verdim. Dün bütün gün başımı kaşıyacak vaktim olmadığı için bir daha konuşamadık. Gece nasıl olduğunu sormak için tekrar aradım fakat ulaşılamıyordu. Merak ettiğim için yardımcılarımızdan birini aradım. Leyla’nın hepsine birden izin verdiğini söyledi. Endişelendim… Ertesi gün yapılacak toplantılarımı iptal edip derhâl yola koyuldum. ”

“O kadar endişelendiyseniz, neden çalışanlarınızdan birine eve gidip karınıza bakmasını söylemediniz?”

“Söyledim tabii ama Leyla çalışanları evden göndermeden önce bir hafta dolmadan geri gelen olursa işlerine son vereceğini söylemiş. Bunu duyunca belki de boş yere endişe ettiğimi düşündüm. Belki sadece kafasını dinlemek istiyordu. Fakat yine de içim rahat etmedi ve geri döndüm.”

“Aracınızla mı geri döndünüz?”

“Evet, uçak fobim olduğu için seyahatlerimi kara yoluyla yapmak zorunda kalıyorum.”

“Anlıyorum… Yola çıktığınızda saat kaçtı?”

“Sanırım gece yarısıydı.”

“Hangi otelde kaldınız?”

“Mövenpick’te…”

“İki gün önce karınızla konuştuğunuzda, sesinde ya da konuşmalarında bir gariplik sezdiniz mi?”

“Hayır, gayet iyiydi. Erken döneceğime sevinmişti.”

Hasan Karakuş,  son sözünden sonra hıçkırarak ağlamaya başladı. Koskoca adam savunmasız bir çocuk gibi görünüyordu. Kendine gelmesi için ona biraz zaman verdik.

“İyi misiniz? Konuşabilecek misiniz?”

“Affedersiniz Başkomiserim, buyurun sizi dinliyorum.”

Başkomiserim de ben de bu durumdan nefret ediyorduk. Ölen çekip gidiyor, ardında bıraktığı enkazı toplamaksa bize kalıyordu. Kendimizi maktul yakınlarının yüreklerine hançeri sokmuş, çevire çevire acılarına acı katıyormuş gibi hissediyorduk. Fakat yapacak bir şey yoktu. Ne yazık ki bu da görevimizin bir parçasıydı.

“Karınızın arkadaş çevresiyle ilişkileri nasıldı?”

“Leyla cemiyette çok sevilen, çok sayılan bir kadındı. Arkadaş çevresi oldukça genişti. Hepsiyle de çok iyi anlaşırdı. Onlarla vakit geçirmeyi çok severdi. Sık sık dostlarımızla birlikte çeşitli toplantılara katılır hatta birlikte tatile giderdik.  İntihar edeceği aklımın ucundan dahi geçmezdi. Aklım almıyor… Neden, neden yaptı bunu?”

Bir süreliğine kurumaya yüz tutmuş gözyaşları yine yanaklarından süzülmeye başladı Hasan Karakuş’un. “Allah’ım, ben onu bu kadar çok severken o neden böyle bir şey yaptı?” diye fısıldadı. Dudakları fısıldarken yüreği feryat ediyor gibiydi. Adamın bu perişan hâli içime işlemişti. Elimden onu teskin edecek bir şey gelmiyordu. Birkaç saniye süren sessizlikten sonra Başkomiserim sorguya devam etti.

“İntihara meyilli olduğunu gösteren bir davranışı olmadı mı şimdiye kadar?”

“Hayır, ne intiharı? Leyla hayat dolu bir kadındı. Yüzünden şen kahkahası hiç eksik olmazdı,” dedi. Yüzünü acıyla buruşturmasından karısının cesedini bulduğu anı hatırladığını düşündüm.

“Evliliğiniz nasıldı? Sorunlarınız var mıydı?”

“Aslında çok mutluyduk ama…” dedi, sesi konuşup konuşmamakta kararsız kalmış gibi çıkmıştı. “Son zamanlarda biraz sorunlarımız olmuştu…”

Başkomiserimin, “Ne gibi sorunlar Hasan Bey?” demesiyle Hasan Karakuş hayatının sınavını veren bir öğrenci gibi terlemeye başladı. Aceleyle gevşettiği kravatını kanepeye fırlattı. Kravatın üzerindeki iğne özel bir tasarım olmalıydı. Alışılmış iğnelere benzemiyordu. Gümüş üzerine yakut taşlarla Harley Davidson marka bir motosiklet işlenmişti. Ben fiyatı muhtemelen benim üç maaşıma denk olan bu aksesuara iç çekerek bakarken, Hasan Bey sıkıntılı bir nefes alışverişten sonra mahcup bir ses tonuyla yanıtladı soruyu.

“Şey, nasıl desem, bilmiyorum ki… Biz birbirimizi çok severek evlendik. Yıllarca da sevgimizden, saygımızdan hiçbir şey eksilmedi. Aksine, her geçen gün birbirimize bir önceki günden daha sıkı bağlanıyorduk. Evet, bir çocuğumuz olmamıştı fakat bizim aramızdaki bağı sağlamlaştırmak için bir çocuğa ihtiyacımız yoktu. Olduğumuz gibi mutluyduk. Hiç tartışmıyorduk, demiyorum elbette. Ufak tefek tartışmalar her evde olur. Saman alevi gibi geçip giderdi kavgalarımız. Sonrasında daha çok kenetlenirdik birbirimize. Fakat benim yaptığım aptalca bir hata, bütün düzenimizi altüst etti.”

“Anlatın lütfen, nasıl bir hataydı bu?”

“Beş altı ay önceydi Başkomiserim. İş seyahatindeydim. Günün yorgunluğunu üzerimden atmak için kaldığım otelin barına bir şeyler içmeye indim. Orada gördüm onu.”

“Kimi?”

“Adını bilmiyorum. Genç, güzel hatta çok güzel bir kadındı. Bütün gece barda sohbet ettik. Güzelliği ve hoş sohbeti aklımı başımdan almıştı. Alkolün de etkisi oldu tabii. Sonrasını tahmin edersiniz. Karımdan o zamana kadar hiçbir şeyi saklamamıştım. Bunu da saklayamaz, göz göre göre karımı kandıramazdım. İş seyahatinden döner dönmez ona bütün gerçekleri anlattım ve af diledim. Asla tekrarlanmayacağına dair söz verdim. Asla da tekrarlamadım. Fakat karım artık bana güvenemiyor, ihanetin acısıyla kıvranıyordu. Psikolojisi çok bozulmuştu. Bir çocuğumuz olmadığı için onu aldattığımı söylüyordu. Boşanmak istiyordu. Küçük bir hata yüzünden âşık olduğum kadından vazgeçemezdim. Bana tekrar güvenmesi için isterse kapısında köle olmaya razıydım. Sonunda belki bu buhranı bir uzman yardımıyla atlatabileceğimizi düşünüp birlikte bir psikiyatriste gitmeyi önerdim. Önerimi kabul etti fakat bir şartı vardı. Psikiyatriste yalnız gitmek istediğini söyledi. Her ne kadar benim yüzümden acı çekmesine dayanamasam da yanında olmak istesem de şartını kabul ettim. O nasıl mutlu olacaksa öyle olsun, dedim. Gördüğü terapi işe yaramıştı. Üç ay içinde yine eski Leyla olmuştu. İhanetimi unutmuş gibiydi. Her şey yolundaydı.”

Hasan Karakuş sözünü bitirdikten sonra bir süre boşluğa bakakaldı. Duygudan duyguya sıçradığı yüzünden belli oluyordu. Sessizliği kısa sürdü ve birdenbire elleriyle şakaklarına vurmaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da “Benim yüzümden, yere batasıca erkekliğime sahip olsaydım, karım şimdi yaşıyor olacaktı. Hepsi benim yüzümden!” diye bağırmaya başladı.

“Bir de telefonları açmıyor, çalışanları evden gönderiyor diye ondan şüphe etmiştim. Benden intikam almak için başka bir adamla ilişki kurduğunu düşünmüştüm. Gecenin o saatinde eve geri dönmek istememin sebebi endişeden çok şüpheydi. İnanabiliyor musunuz Başkomiserim, Leyla’yı kendim gibi sadakatsiz sanmıştım. Nasıl düşündüm, Leyla’ya böyle iğrenç bir sıfatı nasıl yakıştırdım? Allah’ım suçumun cezasını böyle mi çekecektim? Karım benim yüzümden canına kıydı.”

Adamı sakinleştirmek bana düştü.

“Hasan Bey, biz karınızın intihar ettiğini zannetmiyoruz,” dedim. Sakinleşmekten ziyade daha endişeli bir hâl aldı gözleri.

“Anlamadım, nasıl yani? Ne demek bu şimdi? Konuşsanıza Komiser! Ne demek istiyorsunuz?”

Başkomiserimin gözlerini üstüme dikmiş, “Hay senin yapacağın işin…” der gibi bakmasına aldırmadan konuşmaya devam ettim.

“Bir cinayete kurban gitmiş olabilir.”

Her ne kadar biz bunun bir cinayet olduğunu düşünsek de böyle bir haberi, elimizde delil olmadan, aile bireyleriyle paylaşmamam gerektiğinin farkındaydım. Hatta utanmadan karısına ihanet etmiş olan bu adama birkaç saat daha vicdan azabı çektirmek hoşuma bile giderdi. Fakat beş cinayetten sonra benim de sinirlerim yıpranmıştı ve ne olacaksa bir an evvel olmalıydı. Hasan Karakuş öfkeden kıpkırmızı olmuş gözlerini üzerime dikti.

“Saçmalamayın Komiser! Ne demek, cinayete kurban gitti? Mektubu görmediniz mi?  ‘Bu dertle daha fazla yaşamak istemiyorum,’ yazmış. Meğer ne ihanetimi unutmuş ne de beni affetmiş. Benim yüzümden işte! Suçumu örtbas etmek uğruna zavallı karımın kıvranarak, acı çekerek, korkarak bir katilin kurbanı olduğunu mu düşüneyim yani? Hayır! Suçlu benim! Ufak bir hata zannettiğim olay, onun sonunu hazırlamış meğer. Tutuklayın beni! Müebbet hapis verin bana! Hatta o da yetmez, öldürün beni Komiser! Öldürün beni!”

Boğuk sesi odayı dolduran adam karısına ihanet etmenin cezasını ödemeye dünden razı olsa da ne yazık ki Hasan Karakuş, kendi vicdanından başka bir yerde yargılanamazdı. Nasıl olsa birkaç saat sonra bunun bir cinayet olduğunu gösteren deliller art arda elimize ulaşacaktı. Ona daha fazla dert anlatmamı istemeyen Başkomiserimin baş hareketiyle Hasan Karakuş’u vicdanıyla baş başa bırakıp apar topar eve çağrılan çalışanlarla ve komşu villaların sakinleriyle görüşmek üzere çıktık odadan.

Çalışanlar evin beyinin anlattıklarını doğrularcasına, karı kocanın büyük aşklarından, sonsuz sevdalarından bahsederek başladılar sözlerine. “Başlatmayın ulan büyük aşkınıza! Madem o kadar âşıktı, ne diye ilk fırsatta karısına ihanet etti?” dememek için zor tuttum kendimi. Hasan Karakuş’un kendi deyimiyle, yere batasıca erkekliğine sahip olamadığı dönemde yaşanan huzursuzluğun birebir şahitleri olmalarına rağmen çalışanların hâlâ büyük bir aşktan söz etmeleri tuhafıma gitmişti. Bu zengin takımın aşkları da sadakat anlayışları da bir başka oluyordu demek ki.

Leyla Karakuş iki gün önce çok yakın bir arkadaşının doğum günü partisine davetli olduğu hâlde oraya gitmemiş, bütün günü evde geçirmişti. Gün içinde telefonu susmamış, birçok görüşme yapmıştı. Doğum günü partisine katılmadığı için kendisine sitem etmeye doyamayan arkadaşı en az beş sefer aramıştı. Arkadaşının döktüğü diller sonuçsuz kalmış Leyla’yı evden çıkmaya razı edememişti. Davete katılmama sebebi keyifsiz ya da hasta olması değildi. Bir misafir bekliyordu. Çalışanlara hazırlık yapmaları için emir vermiş fakat misafirinin kim olduğundan bahsetmemişti.  Akşam yemeği için iki kişilik bir sofra hazırlandıktan sonra evde çalışan beş kişiye ve villanın giriş kapısında bekleyen bekçiye bir hafta izinli olduklarını söyleyip evi terk etmelerini emretmişti.

Kimdi bu gizemli misafir? Araştırıp bulacaktık elbette. Leyla’nın telefonu çoktan delil çantasında Emniyet’e varmıştı bile. Büyük ihtimalle Bilişim polisleri telefonun altını üstüne getirmekle meşguldüler. Evin neredeyse dört köşesinde bulunan güvenlik kameralarından alınan görüntüler de incelendikten sonra belki yolumuza ışık tutacak bir delile ulaşabilirdik.

Civardaki villalar birbirlerinden oldukça uzak inşa edilmişlerdi. Neymiş efendim, mahremiyete saygı duyulmalıymış. Bu da cemiyetin ileri gelenlerinin, komşuluktan uzak durmak için uydurdukları bahanelerden biri işte. Nerede bizim mütevazı ama sıcak mahallemiz, nerede bu lüks içinde ama duygu yoksunu mahalle. Bu sokakta kimsenin kimseden haberi olmadığı malumumuz olsa da maktul hakkında birkaç soru sormadan geçemezdik. Sonuç tam da tahmin ettiğimiz gibi oldu. Karakurt çiftiyle alakalı fazla malumatları yoktu.

***

Emniyet’e geldiğimizde polis memuru Gülten’i masasının başında cinayet videosunu izlerken bulduk. Adi katil, yememiş içmemiş, eserini en hızlı tarafından gösterime sunmuştu. Gülten’in o anda yaşadığı dehşet yüzünden okunuyordu. Öyle ki geldiğimizi bile fark etmedi. “Nedir o Gülten?” diyen Başkomiserimin sesiyle irkildi. O sırada yüzünü buruşturmuş, zavallı kadına insülin enjekte eden kara eldivenli ellere bakıyordu. Hüzünlü bakışlarını Başkomiser Bahadır ‘a çevirdi.

“Dayanamıyorum artık Başkomiserim! Allah aşkına, bir şeyler yapalım. Bulalım şu caniyi artık. En çok da bizimle böyle alay etmesini yediremiyorum kendime. Çok çaresiz hissediyorum.”

“Tamam kızım, tamam… Bulacağız…  Güven bana…  Sana söz veriyorum, bulacağız o adi şerefsizi.”

Başkomiserimin sözleri Gülten’i biraz olsun sakinleştirse de hâlâ gözlerindeki hüzün bulutu dağılmamıştı. Ekrandaki görüntüleri başa aldı, ekranı dondurdu ve masasından kalktı.

“Ben bir kez daha izleyemeyeceğim bu vahşeti Başkomiserim. İzniniz olursa bugün erken çıkmak istiyorum.”

“Elbette gidebilirsin Gülten. Fakat gitmeden önce sana vermek istediğim bir görev var.”

Gülten farkında olmadan hazır ol vaziyetine geçti. Azimli bir polis memuruydu ve yakında komiser yardımcılığına atanırsa hiç şaşırmayacaktım. “Emredin Başkomiserim,” dedi. Sesindeki umutsuzluk dağılır gibi olmuştu.

“İlk cinayetten beri şu balon ritüeli aklımı kemiriyor, sanki bir yerlerden tanıdık geliyor bana. Bu konuyla alakalı senden bir isteğim olacak…”

“Anladım Başkomiserim, geçmişte buna benzer ritüellerle cinayet işlenip işlenmediğini araştırmamı istiyorsunuz.”

“Gülten, aklımı mı okuyorsun kızım?”

Gülten, Başkomiserimin sorusuna hafifçe tebessüm ederek karşılık verdi.

“Ferit! Seni de unutmadım… Sen de şu dördüncü kurban Gürkan Turhan’ın yeğeni Serhat Güven’i bul. Kaç gündür Emniyet’e gelip ifade vermesini bekliyoruz. Ona soracak daha bir sürü sorum var. Dayısının psikolojik tedavi gördüğünden bahsetmişti, doktorunu tanımadığını söylemişti fakat kim olduğunu araştırıp öğrenecekti. O gün bugündür adamdan ses çıkmadı. Bir de… Leyla Karakuş’un kocasından karısının psikiyatristinin adını öğren. Şimdi, ikiniz de gidebilirsiniz. Videoyu yarın sabah izleriz. Bugünlük yeterince vahşet gördük.”

***

Ertesi gün Başkomiserimle aynı anda Cinayet Büro’nun kapısındaydık. Bu sefer geç kalmamıştım ve sanki Başkomiser Bahadır’ın gözlerinde belli belirsiz bir gurur kırıntısı sezmiştim. O an kendime, kim bilir kaçıncı kez, işimi daha fazla önemseyeceğime dair söz verdim. İçeri girdiğimizde Gülten bizi bekliyordu. Başkomiserimin verdiği görevi yerine getirmiş olacağı hiç aklıma gelmedi zira daha birbirimizden ayrılalı on beş saat bile olmamıştı. Heyecanlı hâlinin sebebini öğrenmek için Başkomiserimin paltosunu çıkarıp masasına oturmasını beklemeden, konuşmaya başladım.

“Ne oldu Gülten? Sakın bana mavi balonun gizemini çözdüm, deme!”

“Üzgünüm Ferit Komiserim fakat tam da öyle diyeceğim…”

“Yok ya, ben artık sana şaşırmayacağım.”

Şaşkın hâlime aldırış etmeyen Gülten, elindeki dosyayı Başkomiser Bahadır’ın masasına koydu ve “Haklıymışsınız Başkomiserim,” dedi.

“Hangi konuda?”

“Ritüel konusunda… Bizim katilin mavi balon ritüeli taklitmiş. Bakın, gazete kupürleri burada… Dün buradan çıkar çıkmaz soluğu kütüphanede aldım. Bir arkadaşımın yardımıyla son otuz yılın gazete haberlerini taradık. ‘Mavi Balon Cinayetleri’ başlığını bulur bulmaz birkaç kişiyle irtibata geçtim ve soruşturmanın detaylarını öğrendim.”

Dosyadan çıkardığı kupürleri ve edindiği diğer bilgileri ortaya serdi. Gazetedeki bulanık bir fotoğrafı göstererek konuşmaya devam etti.

“Bu Orhan Tunçeli, bundan yirmi beş yıl önce altı cinayet işlemiş. Altı maktulün de yemek borularından mavi balon çıkmış. Kurbanlarını birbirinden farklı yöntemlerle öldürmüş. Bizim katil gibi intihar süsü vermemiş ya da cinayetleri kayıt altına almamış fakat mavi balon kısmı tıpatıp aynı. Hatta balonun boyutları bile aynı. Olay Şanlıurfa’da gerçekleşmiş. Fakat adam İstanbul’da, o yıllarda Cinayet Büro Komiseri olan Ahmet Baki tarafından yakalanmış. Ahmet Baki sonradan Başkomiser olmuş ve şimdi emekliymiş. Onu arayıp tüm ayrıntıları öğrendim. Cani katil hâlâ hapisteymiş ve burada, Kartal Cezaevi’nde yatıyormuş,” dedi.

“Siz sormadan söyleyeyim, cezaevi müdürü bir saat sonra sizi bekliyor Başkomiserim. Cinayet soruşturması için Orhan Tunçeli’nin ifadesine başvurulması gerektiğini söyledim. O da hemen kabul etti ve özel bir odada görüşmenize izin verdi.”

Başkomiserim, “Aferin Gülten,” dedi, gözlerindeki gururu sesine de yerleştirerek. Ben henüz bana verilen görevlerin hiçbirini yerine getirememiştim. Bir süre daha getiremeyecektim zira apar topar cezaevinin yolunu tuttuk. Öğlen olmadan bu işi halletmeliydik.

Orhan Tunçeli gazete kupürlerindeki hâlinden çok farklı görünüyordu. Başında kalan üç beş tel saç kırlaşmış, omuzları çökmüş, yer yer dökülmüş dişleri sigaradan sararmış, alnına ve göz kenarlarına derin izler oturmuştu. Altmış, altmış beş yaşlarında olmalıydı fakat seksenine dayanmış gibi görünüyordu. Yıllar öncesinin cani seri katili değil de alelade bir kader mahkûmu gibiydi.

“De bakalım Başkomiser! Ne istiyorsun benden?”

“Mavi balonun sırrını…”

“Polis misin, gazeteci mi be adam? Ne yapacaksın mavi balonun sırrını?”

“Bak Orhan! Üç haftadır şehirde seri cinayetler işleniyor. Beş kişi öldürüldü.”

“Ee, bana ne? Yirmi beş yıldır içerideyim ben. Bu cinayetleri benim işlediğimi düşünmüyorsun herhâlde.”

“Hayır, o cinayetleri senin işlemediğini biliyorum. Burada söz konusu olan sen değilsin, senin işlediğin cinayetlerin şekli.”

“Nasıl yani?”

“Son üç haftadır biri senin ‘Mavi Balon Cinayetleri’ni taklit ediyor.”

“Ne var bunda? Sen bilmezsin belki ama ben o sıralarda çok meşhur bir katildim.”

“Yine de bize yardımın dokunabilir.”

“Elimden ne gelir ki Başkomiser? Yirmi beş sene yattım, daha ne kadar yatarım, bilmem. Ağırlaştırılmış müebbet yedim ben. Sokakları artık rüyalarımda bile görmüyorum. Oturduğum yerden sana ne yardımım dokunur?”

“Anlatabilirsin…”

“Neyi? Cinayetleri nasıl işlediğimi mi?”

“Hayır, cinayetleri neden işlediğini… Bu konu hakkında ne savcıya tek kelime etmişsin ne de hâkime. Belki senin sebeplerin katili daha iyi tanımamıza yardımcı olabilir.”

“Bir asır geçmiş üstünden be Başkomiser. Deşmesek olmaz mı?”

“Eğer şimdi deşmezsek korkarım daha bir sürü insan canından olacak Orhan.”

Orhan, kısa bir süre Başkomiserimi ve beni süzdükten sonra biraz önce cebine koyduğu tespihini çıkardı. Sağa sola savurduğu tespihin taşları Oltu taşından yapılmıştı. İki ay önceki bir soruşturmada bir Oltu taşının tüm hayallerimi paramparça ettiği geldi aklıma. O sevimsiz hatırayı derhâl savuşturdum kafamdan. Zaten Orhan da anlatmaya başlamıştı.

“Cinayetlerimin sebebini öğrenmek istiyorsan çok gerilerden, çocukluğumdan hatta ondan bile öncesinden başlamam gerek Başkomiser. İstersen bir kahve söyle kendine. Lafım uzun sürecek çünkü…”

Başkomiserim, Orhan’ın kahve teklifini reddetti. İçinden, “Bir, azılı bir seri katille karşılıklı kahve içmediğim kalmıştı. Daha neler?” dediğini duyar gibi olmuştum.

“Anamın köyünde babama Eşkıya Haydar derlermiş. Dağlarda yaşarmış babam. Nereden geldiğini, soyunu sopunu bilen yokmuş. Bir gün aniden çıkıvermiş ortaya. O yıllarda adaleti kolluk kuvvetleri yerine eşkıyalardan uman köy halkı, babamın dürüstlüğünü, delikanlılığını, mertliğini över dururmuş. Sayesinde geceleri korkmadan uyur olmuşlar. Bilirlermiş ki Eşkıya Haydar o dağların eteklerinde nöbette, bilirlermiş ki kötüye de kötülüğe de geçit vermeyecek. Anam o zamanlar daha on yedisinde yokmuş. Gönlünü kaptırmış bu civanmerte. Babam da anama bir görüşte tutulmuş. Lakin anam, Pehlivanoğulları’nın Mahmut’a sözlüymüş. Olmaz bu iş, demişler. Olmazı oldurmuş babam. Bir gün atının terkisine attığı gibi almış götürmüş anamı. Artık o köyün yamacında kalamamışlar zira anamın akrabaları da Pehlivanoğulları da peşlerindeymiş. Uzak bir dağ köyüne kaçmışlar. Herkesi, her şeyi geride bıraktıklarını sanmışlar. Aradan beş yıl geçmiş. O sırada ben doğmuşum. Babam tırla mal taşırmış, sınır ötesine. Anam da köyün kızlarının çeyizlerine oya işlermiş.”

Dalan gözlerinden Orhan’ın çocukluk yıllarına geri döndüğü anlaşılıyordu. Ne garipti, bu adam yirmi beş yıl önce altı kişinin canına kıymış azılı bir katil miydi yani şimdi? İnsanın inanası gelmiyordu.

“O güne kadar mutlu mesut yaşamıştık. O gün gelip çatana kadar…”

Hayretler içinde Orhan’ın yüzüne bakıyordum. O küçük çocuk gitmiş, cani katil geri gelmişti sanki. Gözlerini bürüyen öfke fark edilmeyecek gibi değildi. Sabırsızca, “Ee, ne oldu o gün?” dedim. Demez olaydım. Orhan cılız cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle fırladı yerinden. “Allah belanızı versin! Allah hepinizin belasını versin!. Yapılır mı bu be? Ne istediniz bizden?” diyerek beni kaptığı gibi oturduğum sandalyeden kaldırdı. Kaldırmakla kalmadı, yan tarafa savurdu. Başkomiserim mani olmasa daha neler yapardı, bilmiyorum. Önce önüne geçen Başkomiser Bahadır’a, sonra bana baktı, şaşkın şaşkın. Sanki transtaydı ve tam da o anda kendine gelmişti. “Affedersin Başkomiserim. Allah şahidim, kötü bir niyetim yok. O anı hatırlayınca, kendimden geçmişim. N’olursun affet,” dedi. Sonra bana dönüp “Kusura bakma delikanlı, sen de affet,” dedi. Sesimi çıkarmadan başımı salladım. Tekrar masanın etrafına oturduğumuzda, Başkomiserim sese gelen gardiyanı geri göndermekle meşguldü.

“O gün anamın doğum günüydü. Mavi rengi çok severdi anam. Kendi elleriyle mavi bir elbise dikmişti kendisine. Onu giymişti. Babam da bir sürü mavi balonla gelmiş ve evimizin bahçesini onlarla süslemişti. Bayram yeri gibi olmuştu bahçemiz. Bir kucak dolusu mavi balonla birlikte anamın yüzünü güldüren bir de haber getirmişti babam. Anamın akrabaları onları aramaktan artık vazgeçmişlerdi. Onlar vazgeçmişti geçmesine ama Pehlivanoğulları namuslarına sürülen lekeyi affedecek gibi değillerdi. Keşke babama güzel haberi getiren kişi bunu da söyleseydi. Belki o gün her şey çok farklı olabilirdi. Olmadı… O gün benim mutlu olduğum son gün oldu. Yerimizi bulmuşlardı. Nasıl olduğunu anlamadık bile. Bir anda ortalık savaş meydanına döndü. Babamı bir kurşunla yere serdiler. O korkuyla bahçedeki ekmek fırınının içine saklandım. Babamın kendi elleriyle fırının kapağına astığı mavi balon, başımıza gelen felaketten habersiz ipinden kurtulup önüme düştü. Sessizce sönüp büzüşüp kaldı. Sanki onu görseler beni de göreceklermiş gibi, hızlıca avuçladım sönük balonu. Beş kişiydiler. Pehlivanoğlu Mahmut ve dört fedaisi anamın üzerine çullanmışlardı. Kötülük ediyorlardı anama… İnsan korkudan ağlar mı? Ben ağlamamıştım. Ağlamamak için avucumda sıktığım balonu ağzıma tıkmıştım çünkü. Tıkmasaydım, ağlardım belki…”

Kulak deşen bir sessizlik çöktü odaya. Seri katil, cani katil, adi katil Orhan gitmişti yine. Onun yerine küçücük bir çocuk, avucunda buruşturduğu mavi balonuyla karşımızda oturuyordu sanki. Ben de Başkomiserim de yıllardır buna benzer bir sürü vakaya şahit olmuştuk. Öyle anlarda vicdanlarımız, asıl kurbanın kim olduğu sorusunu tekrarlayıp dururdu. Fakat elden bir şey gelmezdi. Sebebi ne olursa olsun, hiçbir suç cezasız kalamazdı.

Ne kadar sürdüğünü bilmediğim sessizliği Başkomiserim bozdu.

“Bunları neden mahkemede anlatmadın Orhan. Cezan hafiflerdi…”

“Ne gerek var Başkomiserim. Ben o günden sonra yaşamadım ki… Yaşadıysam da intikamımı alacağım günün hayaliyle yaşadım. Yıllarca o şehirden öteki şehre savruldum. O yetimhaneden ötekine, o ıslah evinden berikine… Kimsesizlik zor be Başkomiserim. Yine de büyüdüm, bir şekilde yaşadım. Çok aradım o şerefsizleri. Bulmam yıllarımı aldı. Sonunda buldum ve aldım intikamımı. Anamın da babamın da ruhları rahatladı. Hiç pişman değilim. İtiraf etsem, üç beş sene önce çıksam ne olacaktı?”

Başkomiser Bahadır, Orhan’a hak verdiğini belli eden bir baş hareketi yaptı.

“Bu anlattıklarını başka hiç kimse bilmiyor mu yani? İlk kez bize mi anlatıyorsun?”

“Hayır, bir kişi daha biliyor Başkomiserim. Cinayetleri işledikten sonra aklımda teslim olmak vardı fakat daha işim bitmemişti. Pehlivanoğulları’na babamın yerini ispiyonlayan pisliği de öldürmeliydim. Zavallı babam ona güvenip sırrını açmış, yerini yurdunu açık etmişti. Adamın İstanbul’da olduğunu öğrendikten sonra buraya geldim. Onun da cezasını kesmeliydim, kestim de fakat üç gün geçmeden o Ahmet Komiser eliyle koymuş gibi yakaladı beni. Çıkarıldığım mahkemede akli dengemin yerinde olup olmadığının tespitine karar verildi. Üç ay boyunca özel bir klinikte, bir doktorun gözetimi altına verildim. O ve yardımcısı terapi midir nedir, öyle bir şeyler yaptılar bana. Hakkını yemeyeyim, ağzımdan laf almak için çok uğraştı o doktor. Sonunda bir gün, baştan sona anlattım hikâyemi. Anlatmadan önce yemin ettirdim, kimseye gerçeği söylemeyecekti, yardımcısına bile… Mahkemeye akli dengemin yerinde olduğuna dair raporunu sunacak ve ölene kadar bu sırla yaşayacaktı. Kabul etti… O doktora sadece sebebimi değil, en ince ayrıntısına kadar cinayetleri nasıl işlediğimi de anlattım. İnanır mısın Başkomiser, korkarak ya da yargılayarak değil, hayranlıkla dinledi beni. Tuhaf değil mi? Evet tuhaf ama böyle işte…  O doktor dışında şimdiye kadar hiç kimse bilmedi sırrımı. Şimdi de sen ve şu delikanlı… Kimselere söylemezsiniz değil mi Başkomiser?”

“Merak etme Orhan. Sırrın bizde saklı kalacak. Fakat şu bahsettiğin doktoru bulmamız gerek. O isim bizim için çok önemli. Hatırlıyor musun doktorun ismini?”

“İnsan sırdaşının ismini unutur mu be Başkomiserim? Hatırlıyorum elbette…” dedi. Kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra doktorun adını söyledi. “Fevzi Ertekin…”

“Yirmi beş yıl öncesinden bahsediyoruz Orhan. Bu adam kaç yaşındadır şimdi?”

“Ne bileyim Başkomiser. Adamın nüfus kütüğünü de almadım ya üstüme. Ben yaşlarda olmalı. Ben kaç yaşındayım, onu da unuttum ya…”

***

Cezaevinden çıktıktan sonra Başkomiserim Gülten’i aradı. Psikiyatrist Fevzi Ertekin ismini sistemde aratmasını söyleyecekti. Derdini anlatmaya fırsat bulamadı. Gülten yine bir şeyler bulmuştu ve derhâl Emniyet’e dönmeliydik. Kim bilir yine o bilgisayarın başından bile kalkmadan neler neler buldu, diye düşünüyordum ki Başkomiserimin bana verdiği görevi onun tamamladığını öğrendim. Aslında biraz bozulmadım desem yalan olur. Bu gidişle bu kız, benim pabucumu dama attıracaktı. Keşke dün gece Başkomiserimin verdiği görevi bugüne ertelemeseydim ve Serhat Güven’i bulmak için sabaha kadar dolaşsaydım. Bu gidişle beni Cinayet Büro’ya Komiser yapmış olmalarına sadece annem değil, ben de şaşıracaktım.

Daha kapıdan girer girmez Gülten önümüze bir dosya koydu. Dosyanın kapağını kaldırmamla, karşıma Serhat Güven’in fotoğrafı çıktı. Biraz kırgın bir bakış attım Gülten’e. O anki ruh hâlim pek umurunda değil gibiydi. Aslında gereksiz bir kırgınlıktı benimkisi. Sonuçta biz bir ekiptik ve birbirimizi desteklemek birinci vazifemiz olmalıydı. “Hızır gibi yetiştin Gülten, bana kalsa bu iş bugün bitmezdi,” dedim, hiç de kinayeli olmayan bir ses tonuyla. Son zamanlarda sıkça takındığı soğuk tavrından taviz vermeden konuşmaya başladı Gülten.

“Başkomiserim, günlerdir Emniyet’e gelmesini beklediğimiz Serhat Güven’i buldum. Üstelik sadece onu bulmakla kalmadım, çok enteresan şeyler de öğrendim hakkında.”

“Neymiş bakalım o enteresan şeyler?” dedim, bu sefer sesimdeki kinayeyi saklamayı başaramayarak. Hiç aldırmadı. Beni yok mu sayıyordu bu kız? Bana neden böyle davrandığını bir türlü anlayamamıştım. Bir ay önce Riva’da, boş bir yazlıkta öldürülmüş olarak bulunan Dündar Hallaç soruşturmasından sonra olmuştu, ne olduysa. O cinayetin aydınlanmasıyla kör olmuş gözlerim açılmıştı ve bir gönül macerasından kalbim kırık ayrılmıştım. Zaman geçtikçe yaram kabuk bağlamaya ve kalp sızım hafiflemeye başladı. Ancak ondan sonra Gülten’in bana aşırı mesafeli ve soğuk davrandığını fark ettim. Eski Gülten gitmiş, yerine bir buzdolabı gelmişti sanki. Sebebini sormadım ama bu davranışı hak edecek ne yaptığımı düşünmediğim bir günüm dahi olmadı.

“Serhat Güven’in o gün Almanya’dan gelen uçaktan indiğini ve eve geldiğinde dayısının cesedi ile karşılaştığını söylemiştiniz.”

“Evet, bize öyle anlatmıştı.”

“O iş öyle değilmiş işte Başkomiserim. Bugün adamı aramadığım yer kalmadı neredeyse. Verdiği cep telefonu numarasına ulaşılamıyordu. Dayısının evinde olamazdı. Olay Yeri İnceleme ekibi oradaki işini daha dün bitirmişti ve bildiğim kadarıyla Serhat’a anahtarı teslim eden olmamıştı. Şehirden ayrılamayacağına göre, belki bir otelde kalıyordur diye düşünüp bütün otelleri aradım. Sonunda oldukça lüks bir otelde adamımızı buldum. Resepsiyon görevlisine, otellerine üç gün önce Serhat Güven adında birinin giriş yapıp yapmadığını sorduğumda aldığım cevaba çok şaşıracaksınız. ‘Serhat Bey otelimize bir ay önce giriş yapmıştır.’ O  sabah bir uçaktan inip dayısının evine geldiği doğru fakat bu söylediği gibi Almanya – İstanbul uçağı değil, Antalya – İstanbul uçağı. Havaalanından aldığım bilgiye göre Almanya’dan İstanbul’a bir ay önce giriş yapmış. Geldikten bir hafta sonra da Antalya’ya uçmuş. İşte, bütün bilgiler burada.”

“Ne diyorsun sen Gülten? Bize yalan mı söylemiş yani? Ferit! Çabuk bulup getir şu adamı!”

Ben yerimden kalkmaya yeltenirken Gülten’in sesiyle oturuverdim. Ne yazık ki bu işi de benim yerime halledivermişti benim acar mesai arkadaşım.

“Bizim onu bulmamıza gerek kalmadı Başkomiserim çünkü kendisi bir saattir sizin odanızda bekliyor. Üç gündür Almanya’da yarım kalan işlerini yoluna koymak için koşturuyormuş. Bir yandan da size söz verdiği gibi dayısının psikiyatristinin adını araştırıyormuş. Dayısının eski arkadaşlarından birini bulmuş. Adam, Gürkan Turhan’ı en son karısının cenazesinde gördüğü için son zamanlarda ne yaptığından, kimlerle görüştüğünden haberi olmadığını söylemiş. Fakat doktorunun kim olduğunu biliyormuş. Gürkan Turhan bundan yıllar önce özel bir muayenehanede psikolojik tedavi görmüş. Büyük ihtimalle yine ona gitmiş olabilirmiş. Doktorun adını öğrenen Serhat soluğu burada almış. Henüz hakkındaki şüphelerden haberi yok. Dört gözle sizin gelmenizi bekliyor.”

Başkomiser Bahadır’ın odasında bekleyen Serhat Güven derdini anlatamadan kendini sorgu odasında buluverdi. Neye uğradığını şaşırdığı her hâlinden belliydi. 

“Bize neden yalan söyledin Serhat?”

“Ben yalan söylemedim Başkomiserim. Hiçbir şey anlamıyorum, neden sorgu odasına getirdiniz beni?”

Serhat’ın sorusunu duymazdan gelen Başkomiserim, yeni bir soru ile Serhat’ı adeta dayak yemişe çevirdi.

“Türkiye’ye ne zaman geldin Serhat?”

“Dedim ya…”

“Ne dedin? Hâlâ yalan mı söyleyeceksin? Bırak şimdi kıvırmayı da doğru dürüst anlat! Hayatın doğruyu söylemene bağlı. Bir anda kendini beş kişinin katil zanlısı olarak savcının karşısında bulabilirsin. Anlat ki kafamızdaki soru işaretleri dağılsın.”

“Bir ay önce Başkomiserim…”

“Bir ay önce, ne?”

“Ülkeye bir ay önce geldim. Dayıma geldiğimi haber vermemiştim. Her sene yıllık iznimi onunla geçirmekten çok sıkılmıştım artık. Hele yengem öldükten sonra dayımın kahrı hiç çekilmiyordu. Sözde dinlenmeye, ülkemi gezip görmeye geliyordum fakat dayım yanından beş dakika bile ayrılmamı istemiyordu. Düşünün, koskoca doktor yıllık iznini dayısıyla tavla oynayarak geçiriyordu. Daha beter yorulmuş, kafam kazan gibi olmuş bir vaziyette dönüyordum Almanya’ya. Bazı zamanlar izin alamadığımı bahane edip dayıma hiç uğramadan burada tatil yapıyordum. Onunla olmaya katlanamasam da ona kıyamıyor, üç dört gün izin kopardığımı söyleyip mutlaka uğruyordum yanına. Yine öyle yapacaktım. Önce İstanbul’a geldim. Kız arkadaşım da benimle beraberdi. Dayıma haber vermedim tabii. Nereden bilecekti benim şehirde olduğumu? Evden çıktığı yoktu ki… Hem bu sefer yalnız da değildim. Helga ile birlikte tatil yapacak olmanın sevinci içindeydim. Helga yanımdayken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O arada kısa bir Antalya tatili de ayarlamıştık. Helga oradan Almanya’ya dönecekti, ben de dayımı arayıp birkaç gün ona uğrayacağımı söyleyecektim.”

Serhat korkudan mı yoksa sorgu odasının soğuk havasından mı bilmem, tir tir titriyordu anlatırken. Bir bana, bir Başkomiserime çevirdiği gözlerindeki endişe, görülmeyecek gibi değildi.

“O arada dayım telefonlarıma cevap vermiyordu. Endişelendim… Biraz da vicdan azabı hissettim. Son görüşmemizde ölmek istediğini, yaşamaktan zevk almadığını anlatmıştı. Dayanamadım, o sabah Helga’yı Antalya’da bırakıp İstanbul’a geldim. Size yemin ederim Başkomiserim. Benim cinayetlerle falan bir ilgim yok.”

“Bize neden yalan söyledin? Ülkeye bir ay önce girdiğini söylemende ne mahsur vardı? Seni bu yüzden tutuklayacak değildik, herhâlde. Ufacık bir araştırmayla yalanının ortaya çıkacağını nasıl tahmin etmezsin?”

“Bilmiyorum Başkomiserim, ne diye böyle bir salaklık yaptığımı inanın bilmiyorum. Sanki dayıma söylediğim yalanı devam ettirmek zorundaymışım gibi hissettim. Sanki onu kandırdığımı öğrenecekmiş gibi… Utandım belki de… Sonrasında dayımın bir cinayete kurban gittiğini öğrenince daha büyük bir korku sardı içimi. Boş yere şüpheleri üzerime çekmek istemedim. İnanın bana, dayımı ben öldürmedim. Helga’ya sorun isterseniz. O, size benim katil olmadığımı söyleyecektir.”

Başkomiserimin Helga’nın iletişim bilgilerini sormasıyla Serhat’ın yüzü aydınlanır gibi oldu. İçinden, “Yırttık,” dediğine emindim. Rahatlamasına izin vermeden onu yeniden tedirgin etmeye karar verdim ve “Korkarım seni Helga bile kurtaramayacak Serhat. Cinayetler sen ülkeye geldikten sonra başlamış. Buna ne diyeceksin?” dedim. O esnada sırıttığımın farkında değildim.

“Hayır, hayır! Tesadüf bu, sadece bir tesadüf… Ben katil değilim. Doktorum ben. Öldürmek için değil, yaşatmak için yemin ettim. Yalvarırım Komiserim, bırakın beni.”

Bana dert anlatamayacağını anlayan Serhat, Başkomiser Bahadır’a çevirdi bakışlarını. Az önce korkudan titreyen adam şimdi de boncuk boncuk terliyordu. “Yemin ederim Başkomiserim, ben kimseyi öldürmedim! Dayıma kıyacağımı nasıl düşünürsünüz?”

Psikolojik baskıya devam ettim.

“Haa, diğerlerine kıyardın ama dayına kıyamazdın, öyle mi?”

“Hayır, hayır! Öyle bir şey demedim. Kimseye kıyamam ben. Diğerlerini de öldürmedim, dayımı da öldürmedim.”

Sorguya son noktayı her zamanki gibi Başkomiser Bahadır koydu. Başkomiserimin sözlerini duyan Serhat başının büyük belada olduğunu daha yeni anlıyormuş gibi bir bakış attı ona.

“Üzgünüm Serhat Güven, seni gözaltına almak zorundayım. Şimdilik elimde seni serbest bırakacak bir delil yok. Şu Helga Hanım’ı bir bulalım, sonrasına sonra bakacağız. Anlayacağın, bir süre burada, bizimlesin.”

Tam kapıdan çıkmak üzereyken Serhat’a döndü Başkomiserim.

“Ha az kalsın unutuyordum, neymiş bakalım o doktorun adı?”

Serhat aval aval bakmayı sürdürürken “Dayının psikiyatristini diyorum oğlum! Adı ne?” dedi. Apar topar arka cebinden cüzdanını çıkaran Serhat, içinden aldığı pusulayı Başkomiserime uzattı. Göz ucuyla pusulaya baktım. Üzerinde yazan ismi görünce nasıl şaşırdıysam artık, “Oha! Yok artık!” demiş bulundum.

-DEVAMI GELECEK SAYIDA-

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

En Son Yazılar