Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Yeni Sayı Çıktı!

En son hikaye, röportaj ve yazıları şimdi tıklayıp ücretsiz okuyabilirsiniz!

Polisiye Cadısı-1

Diğer Yazılar

Polisiye yazmaya heves eden kimi popüler roman yazarlarının kitaplarını okumayı bir süredir ertelemiştim. Sonunda sezonu Tuna Kiremitçi’nin Mezun Cinayetleri romanıyla açtım. Kiremitçi, bildiğiniz gibi, yani herhalde biliyorsunuzdur, şair, müzisyen, romancı ve de yönetmen. Gazetelerde köşe yazıları da yazıyor. Bütün bunlara bakarak onun ülkemizde ikinci bir Zülfü Livaneli olmaya  doğru hızla ilerlediği söylenebilir. Bu hızın son merhalesi de şimdilik polisiye roman yazmak şeklinde ortaya çıkmış bulunuyor. Şimdilik diyorum, çünkü yarın ne olacağı belli olmaz. 2016’da artık roman yazmayacağını, sanat hayatını sadece müzik ve şiirle sürdüreceğini açıklamasına rağmen 2021’de bir U dönüşü yaparak bundan sonra sadece polisiye roman yazacağını ilan ettiği için, bu “son karar” açıklamaları bana pek inandırıcı gelmiyor.

Polisiye Cadısı-1 1

Mezun Cinayetleri’ni bir heves aldım ve okudum. Sonuç maalesef tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Roman, böylesine donanımlı birinden beklenmeyecek kadar kötü bir polisiye. Öykü uyduruk, entrika gevşek, başkarakter insanı sinir edecek derecede berbat bir dedektif. Vahiy yeteneği olmasa soruşturduğu cinayetleri çözmesi mümkün değil. Ancak şans eseri olabilir ki zaten öyle de oluyor.

Kiremitçi’nin polis prosedürü hakkında ne kadar bilgili olduğunu bilemem ama eğer emniyet dünyamız onun yazdığı gibiyse vay halimize! Kitabı okurken, polisler çay kahve içmekten, meyhaneye gidip kafa çekmekten başka ne bilirler acaba diye sormaktan kendimi alamadım. Bu aslında Türk polisiyesinde bir klişe sanırım. Sürekli çay-kahve içip poğaça veya simit yemek, meyhaneye gidip zil zurna sarhoş olmak, burunlarının dibinde kanlı cinayetler işlenirken stres atmalarına mı yardımcı oluyor nedir?

Roman bir sürü gereksiz detayla dolu. Cümlelerden, paragraflardan söz etmiyorum. Bazı bölümleri romandan çıkarsanız hiçbir şey değişmez. Olay akışına en ufak katkıları yok. Olay örgüsünü geliştirecek hiçbir şey olmuyor o bölümlerde. O halde neden varlar sorusunu soruyor insan haklı olarak.

Daha ilk sayfadan cinayetle başlıyor roman Bu iyi bir şey tabii.

Arka arkaya iki cinayet daha işleniyor. Medya, halk ayakta. Ama ne gam! Polislerimiz çay içiyorlar, kafa çekiyorlar, gece kulübüne gidiyorlar, aşna fişne yapıyorlar ama soruşturmaya bir türlü zaman ayıramıyorlar. Ölenlerin yakınlarıyla yalapşap da olsa konuşuyorlar elbette. Ne var ki, bu görüşmelerde aldıkları cevap hep aynı: Hiç düşmanı yoktu.

Üçüncü cinayetin ardından büroda bir brifing veriliyor. Bu arada 100. sayfadayız. Bir sürü gereksiz, kullanışsız bilgiyle kafamız iyice şişirilmiş durumda.  Brifingde öğreniyoruz ki, meğer şu ana kadar kanıtların hiçbiri incelenmemiş.  

Ve birden, çok şaşırtıcı bir durumla daha karşılaşıyoruz: Dedektif Perihan Hanım, ilk cinayetin kurbanı olan kişinin mezarının açılıp otopsi yapılmasını isteyince amiri bunu reddediyor. Gerekçesi de “gelecek tepkiler” gibi muğlak bir ifade. Oysa bunun için savcının imzası yeterli. Ailelerine bile sormaya gerek yok. Hani ölen kişi ünlü, saygın biri olsa hadi belki tepki olabilir diyeceğim. Ama öyle de değil.

Bu arada bakanlıktan manasız bir baskı da söz konusu olunca, acaba Amerikalı bir yazarın kitabını mı okuyorum diye duraksamak zorunda kalıyorum. Oralarda olur böyle şeyler çünkü. Savcı, başsavcı olmaya veya amir belediye başkanı olmaya niyetlidir; adaylıklarına halel gelmesin diye soruşturmayı akamete uğratacak işlere tevessül etmekten çekinmezler. Ama burası Amerika mı? Baskı da, gerekçe de manasız.

Neyse, biz dönelim kitabımıza…

107. sayfaya kadar işlenmiş üç cinayet var. Polisin elindeyse kamera kayıtlarından başka hiçbir şey yok. Aslında birinci cinayetle ilgili kamera kaydı iyi bir ipucuna sahip ama polislerimiz fazla çay kahve içip poğaça yemekten olacak bunu değerlendiremiyorlar.

Her cinayetten sonra, kurbanın yanında küçük bir melek heykelciği bulunuyor. Başkomiser Perihan’a göre bu heykelcik katilin imzası. E madem öyle, bu heykellerin nerelerde satıldığını araştırsanıza. Bunu araştırmak ancak 107. sayfada akıllarına geliyor.

Nihayet 111. sayfada olay bir parça, aydınlanıyor ama kendiliğinden. Kendi isteğiyle ifade vermeye gelen eski bir öğrenci sayesinde cinayetlerin sebebi, kimlerle bağlantılı olabileceği konusunda polis aydınlanıyor.

Peki, bundan sonra ne oluyor? 240. sayfaya kadar hiçbir şey. Soruşturmada bir arpa boyu bile ilerleme yok. Onla görüşüyorlar, bunla görüşüyorlar, edindikleri bilgi incir çekirdeğini bile dolduramayacak miktarda. Sonunda allem oluyor kallem oluyor, Perihan ablaya vahiy geliyor. Resmen epistemolojik kopuş yaşıyor kadın. Ancak o zaman, alınan ifadelerin doğruluğunu araştırmak gibi basit bir görevi olduğunu hatırlıyor. Ve ilk telefon konuşmasında Bingo!

Perihan’ın, finaldeki operasyonun en ateşli safhasında işi gücü bırakıp evine gitmesi de ayrı bir komedi. Başkomiser hanımın operasyon alanını terk etmesiyle, roman adeta duruyor. Bütün aksiyon, bir anda bitiyor. Koca bir tuğla giriyor araya.

Bu roman karakterleriyle, olay örgüsüyle okurun sinirini bozmak için yazıldıysa, yazar amacına ulaşmış, tebrik ederim. Kitabın polisiye yönü bir felaket, kurgunun dayandığı hikâye ondan da beter. Katilin motivasyonu inandırıcılıktan fersah fersah uzak.

Kiremitçi’nin bir yerlerde toplumcu polisiye yazdığını iddia ettiği bir cümlesini okumuştum. Oysa bu kitap toplumcu filan değil. Tamamen fanteziden ibaret bir dünyada geçiyor olaylar. Faşizmden, Kenan Evren’den, Hitler’den bahsetmekle toplumcu roman yazılmış olunmuyor maalesef. Romanda derin devlete atfedilen suçlama, derin devletin gerçekten yediği nanelerin yanında solda sıfır kalır. İşi toplumculuğa bağlamak için gereksiz bir zorlama yapılmış. Hikâye, kötü sonuçlara yol açan bir lise zorbalığı olarak kalsaydı, ki çok yaygın bir şey zaten, bunun için devletin dolaysız desteğine gerek yok, çok daha inandırıcı bir anlatı olabilirdi.

Cinayet motivasyonu da inandırıcı değil. Romanda anlatılan gerekçeyle insan bu kadar cinayet işlemez. Hele, olayın gerçek mağdurları sessiz kalıp köşelerine çekilmişken…

Uzun lafın kısası, Mezun Cinayetleri başarılı bir polisiye roman değil. Polisiye edebiyatımıza, Tuna Kiremitçi gibi bir yazardan beklenen, yeni bir hava, yeni bir ruh, yeni bir zenginlik katmıyor. İnandırıcılıktan uzak bir komploya dayanan hikâyesi ve beceriksiz polisleri keyif vermiyor.

Okurken insana “olmamış” dedirten bir roman.

Türk polisiyesinde iyi bir yer edinme arzusundan çok, ticari kaygılarla yazılmış ve basılmış bir kitap izlenimi bıraktı bende. Yazarın diğer polisiyelerini okuma isteğimi de çok azalttı.

Polisiye Cadısı

En Son Yazılar